2 Temmuz 2015 Perşembe

Hamzaoğlu'na Güvenmek

Önceki iki paylaşımımda Galatasaray'ı bugüne getiren süreçten bahsetmeye ve sebep sonuç ilişkilerini temellendirmeye çalıştım. Bugün de yine kronolojik sırayla devam ederek Hamza Hamzaoğlu'nun takımın başına gelmesi ve sezonun sonunda iki kupalı zafere ulaşmasından bahsetmemi bekliyorsunuz muhtemelen. Ancak öyle olmayacak. Çünkü bu süreci zaten futbolseverler olarak her birimiz çok kısa zaman önce çok yakından takip ettik. Yani artık sebep kısmının tamamlanmış olduğunu ve sonuç kısmından bahsetmek istediğimi söylemeye çalışıyorum.


Son iki sezonda üst üste değiştirilen üç teknik adamın üçünün de ortak bir noktaları var; o da İtalya. Gel gelelim bu hocaların futbol görüşleri ve oyun anlayışları olarak aslında üç benzemez olduğundan daha önce de bahsetmiştim. Yani kulübede arz-ı endam ederken, üzerilerine giydikleri İtalyan takım elbiseler dışında pek de ortak yanları yok bu isimlerin. Kadroya baktığımızdaysa özellikle kanat bölgesine ısrarla her transfer sezonunda çok büyük yatırımlar yapılmış ve değişimler olmuş olsa da takımın oyun karakterini belirleyen omurganın sabit kaldığını görüyoruz. Muslera - Semih - Melo - Selçuk - (Sneijder) - Burak omurgası, etraflarında dönerek değişen her şeye rağmen sabit kaldılar. Yani karakteri değişmeyen bir kadro olmasına karşın, iki sezonda üç farklı karakterde teknik direktör ile çalışılmış. Bu da özellikle Terim'in ayrılmasından sonraki süreçte, doğal olarak takım performansında önemli dalgalanmalar yarattı. Çünkü gelen İtalyan hocalar bir yandan takımı oyun anlayışlarına adapte etmeye çalışırken, diğer yandan birden çok kulvarda yarışmak zorunda kalıyordu.


Mancini genel olarak, takımında saha içindeki blokların sürekli birbirine göre pozisyon alarak, sanki tek bir beyin ile yönetiliyormuş gibi kaymalar yapmasını arzuluyor, topun kaybedildiği noktada bu kolektif düzen ile baskı kurularak topu geri kazanılmasını ve derhal dikine paslarla rakip kaleye gidilmesini oyuncularından talep ediyordu. Fakat alt yapılarda pozisyon bilgisi, alan savunması, dikine yapılacak al-ver oyunlarını öğrenmekten çok "bir şekilde kazanmayı" amaç edinerek asıl gerekli bilgileri öğrenememiş olan Türk ve Latin oyuncuların bu modern sisteme ayak uydurması tabi ki kolay değildi. Bu dönemde ayağında çok top tutmayı alışkanlık haline getiren Emre Çolak gibi, alan savunması yapamayan ve pas açılarını kapatamayan Yekta gibi, (bu düzende) her yere zamanında koşması ve pozisyon alması gerekirken maç başına 8-9 km koşan, temposu buna yetmeyen Melo gibi, kademe bilgisi oturmamış ve fiziksel olarak yetersiz Telles gibi bir çok oyuncu dökülüyordu. Ancak Hakan Balta, Ceyhun Gülselam, Sneijder gibi 6-7 yaşlarından beri bu tarz oyun anlayışlarını öğrenmiş olan oyuncular çabucak uyum sağlayabilmişlerdi. Nitekim bu isimlerin yıldızlaştığı Kopenhag, Bursaspor gibi maçlarda Galatasaray'ın oynadığı iyi futbolu hatırlayanlarınız olacaktır. Bu dönemde buna benzer ümit vadeden oyunları çok kez görmüştük. Özellikle ligin son haftalarında oturmaya başlayan bu sistem seri galibiyetler ile 2.lik, yani Şampiyonlar Ligi biletini de getirmişti. Bir de Selçuk ve Burak gibi fiziksel olarak çok iyi durumda olan ve böylece tempoya ayak uydurabilen ancak toplu oyunda bocalayan oyuncular vardı. Bu da, aslında sadece toplu oyunu  izleyen taraftarların homurdanmasına, yuhalamaya varacak tepkiler vermesine sebep oluyordu. Böylece bu oyuncuların toplu oyunda sorumluluk almak için psikolojik olarak cesareti kalmıyordu.





Prandelli dönemi ise çok daha karanlık diyebiliriz. Cesare, "tipik İtalyan hoca" kalıbına daha çok uyan bir isim. Top rakipteyken 11 oyuncusunu da topun arkasında görmek isteyen; savunma baskısını, rakip 2. bölgeden  1.bölgeye girerken kurgulayan  ve yine bu noktada pozisyon kaymalarının kusursuz olarak yapılmasını bekleyen bir antrenördür. Topu kendi yarı sahasında kazandıktan sonra ise kalabalık tuttuğu orta sahasının pas marifetleriyle hücuma çıkmayı tercih eder. Bu da Galatasaray geleneklerine ve taraftarın beklentisi olan hızlı ve akıcı futbola ters düştüğü gibi çok tempolu ve koşan da bir kadro gerektirir. Çünkü bu istenen kaymaları zamanında yaparak rakibi topluca hücuma çıkmışken gafil avlamak bu sistemin olmazsa olmazıdır. Ancak Galatasaray'ın sezon başı performanslarına baktığımızda toplam koşu mesafelerinin maç başına 110 km'ye dahi ulaşamadığını görürüz. Prandelli o haftalarda tam da bu sebeple 6-8 hafta sabretmemiz gerektiğini her maç sonunda ileri sürüyor, fizik kalitemizin artacağını ümit ediyordu. Tabi işler öyle olmadı. Bir çok faktör daha etkili olmuş ve başarısızlık başarısızlığı getirmişti. Ben Prandelli'nin kafasındaki oyun planını mükemmele yakın uygulamayı başarmış olması ihtimalinde bile camianın bundan tatmin olacağını düşünmüyorum. EURO 2012'de plase bile gösterilmeyen İtalya'nın final görmeyi başarmış Prandelli liderliğindeki takımına dikkat edersek, 3'lü stoperin sağına monte ettiği De Rossi'nin çok kritik bir rol üstlendiğini görürüz. Bu Prandelli'nin oyun kurmak için seçtiği noktanın kalecisinin hemen önü olduğuna bir kanıttır. Nitekim bir benzerini, oyunu başlatma görevini en güvendiği isim olan Sneijder'e vererek Galatasaray'da da denemişti. Tabi Sneijder'in ön liberoya çekilmesi uzun vadeli bir plan olamamıştı.


Ünal Aysal'ın kaçışı üzerine yeni kurulan yönetimin tercihi ise, markalara güvenmek olmadı. Hamza Hamzaoğlu'na güvenmek oldu. Bu güven Galatasaray'ın kaderini bir kez daha değiştirdi. Yeniden en tepeye çıkarttı sarı kırmızılı camiayı.


Peki Hamzaoğlu nasıl yapmıştı? Kafasındaki sistem ile elindeki kadroyu nasıl uyuşturmuştu?


Bu soruya bir çok farklı yanıt da verilebilir elbette. Lakin naçizane fikrim hocanın bu konuda biraz da şanslı olduğu yönünde. Sebebi ise Hamza Hoca'nın önceki takımlarında gizli. Alt liglerdeki Malatya, Eyüp ve Denizli maceralarını tahlil etmem tabi ki imkansız. Ancak takip etmiş spor yazarlarını okuduğumda ve dinlediğimde düşüncemi pekiştirmiş olduğumu da belirteyim. Akhisar macerası ise hepimizin gözleri önünde ve dikkat çekici oldu. Hamza Hoca hiçbir zaman Abdullah Avcı gibi Şifo Mehmet gibi Ziya Doğan gibi yalnızca takımını ligde tutabilmek ve Anadolu kulüplerinde her daim iş bulabilecek repütasyonu elde edebilmek için futbolun güzel yönlerini öldürüp, ligimizin buglarını kullanma yolunu tercih etmedi. Zor olan yoldan gitti, bir çeşit kumar oynadı ve kariyerini tırnaklarıyla kazandı. Hamza Hoca'nın Akhisarı'na baktığımızda Sonko ve Uğur gibi atletik stoperler; Bilal Kısa ve Merter gibi teknik kapasitesi yüksek orta sahalar; Bruno gibi mücadele gücü yüksek bir ikinci forvet ile Gekas ve Niasse gibi savunma arkasına sarkmaya müsait, fırsatçı golcüler kullandığını hatırlıyoruz. Okurken sizin de aklınıza bu kalıplara cuk diye oturan Semih-Chedjou, Melo-Selçuk, Umut-Burak ikilileri gelmiş olmalı. Hatırlarsak Hamzaoğlu ilk haftalarında Burak'ı adeta Akhisar'da Bruno'yu kullandığı gibi kullanmış ve Umut'un hemen arkasına monte etmişti. Bu o dönemde oldukça olumlu bir etki de yarattı açıkçası.




Asıl önemli olan ise Hamza Hoca'nın bundan ibaret bir teknik adam olmadığını, haftalar geçtikçe ispatlamasıydı. Hamzaoğlu kendi taktik anlayışı çerçevesinde optimum bir düzene inanmıştı, 4-2-3-1 dizilişi bunun için idealdi. Ancak doğru diziliş her şey değildir. Bazen elinizdeki oyuncuları da kendi inandığınız doğrulara inandırmanız gerekir. İşte bunu başardı Hamzaoğlu. Sadece Selçuk, Burak, Semih, Emre, Hakan, Sabri, Hamit gibi yakından tanıdığı milli oyuncuları değil; Telles, Chedjou, Bruma gibi yabancılarını; Muslera, Melo, Sneijder gibi dünya yıldızlarını da ikna etti buna. Zamanla Burak'ı tekrar en ileri uca, Sneijder'i ise alışık olduğu oyun kurucu 10 numara pozisyonuna kaydırdı. Oyuncularını kazanmayı iyi biliyor Hamza Hoca. Kupa maçlarında Yasin'e özgüven aşıladıktan sonra yavaş yavaş ilk 11'e monte etmesi takdire şayandı. Hatta bir ara Yasin'in oyundan erken alınmaları taraftardan tepki toplamaya bile başlamıştı :) Tüm bu olumlu kıvılcımlar sezon biterken birleşti ve bir yangın oldu. Tüm kritik maçlarda rakiplerini yaktı Hamzaoğlu'nun ekibi ve sezonu iki kupa ile kapadı. Ancak bu yolda ilerlerken "diğerlerinden" farklı olduğunu hissettirdiği birkaç an daha var ki, bence unutulmaması gerekiyor. Bir kere Galatasaray Dergisi'ndeki ilk röportajında açık yüreklilikle çocukken Fenerli olduğunu söyleyebilecek cesarette. Bunun anlamı yarın öbür gün işler kötü gidecek olursa "Galatasaray'ın çocuğu", "camianın evladı" ajitasyonlarına ihtiyaç duymuyor olmasıdır. Günümüz teknik adamları bu tarz cesur ama ilkeli işlerden kaçınırlar, duygu sömürüsü imkanlarını sonuna kadar zorlarlar. Asıl dikkatimi çeken ise Başakşehir maçı sonrası diğerleri gibi "elimizden geleni yaptık", "iyi oynayamadık ama iyi mücadele ettik", "olmayınca olmuyor" gibi klişeleşen, yuvarlak ve içi boş demeçler verme yolunu seçmedi. Alışılmadık şekilde, yine olabildiğince cesurca çıktı, özür diledi. "Yahu ne yani, özür dilemek sanki matah bir şey mi, özür dileyeceğine çıksın doğrusunu yapsın." diyenleriniz olabilir. Fakat hata yapmayan teknik direktör zaten yoktur! Özür dilemek ise bu hatalardan ders çıkarmanın ilk adımı olabilir!





Bugünlerde ise moda tartışma konusu, Bilal Kısa transferi ve Aatıf ile Niasse'nin olası transferi etrafında yoğunlaşan vizyon meselesi. Transferler biraz daha netleştikten sonra onun üzerine yazacağım şeyler de olacak ama şimdilik söylemek istediğim şey şu: insaf! Geçtiğimiz iki yazıda son 4 yılda yapılan transfer harekatlarından ve harcanan paralardan uzunca bahsettim. Gerçekten de bonservis maliyetlerini ve yıllık ücret taahhütlerini üst üste koyduğumuz zaman sıra dışı bir meblağ çıkıyor karşımıza. Alabildiğine şişmiş oyuncu enflasyonu sonucunda geldiğimiz noktada Galatasaray'ın tam 41 kontratlı futbolcusu bulunuyor! Bu koşullarda henüz Haziran ayındayken yüksek maliyetlerle yıldız oyuncuların arka arkaya imza atmasını isteyenler, iyi ki Galatasaray'ın transfer komitesi başında değiller! Vizyon, yıldız oyuncuların isimleriyle dolu bir transfer listesini yönetime vermek değildir. Tabi ki her Galatasaraylı, inanın en çok da Hamza Hoca, takımı bir yıldızlar ordusu olarak görmek ister. Ancak kulübün gerçekleri doğrultusunda planlamalar yapıyor diye, henüz kesinleşen pek bir şey de yokken bu denli kararlı bir şekilde eleştiri yapmak, bana göre haksızlıktır.


Gelinen bunca zorlu sürecin ardından takımı çukurun dibinden kurtaran, kurtarmayı da aşıp sezonu iki kupa kazanarak bitiren bir hocaya bu şekilde yüklenilmesini doğru bulmuyorum. Takımın eksikliklerinin bir çoğumuz farkındayız ancak bir süre daha sabredip, değerlendirmelerimizi öyle yapmakta fayda var. Hamza Hamzaoğlu'nun vaadettiği  potansiyele hepimizin biraz daha inanması gerektiğini düşünüyorum. Aynı koşullarda, aynı başarıları kazanmış olan isim Hamza Hamzaoğlu değil de; Avrupa'nın elit liglerinden gelmiş herhangi bir yabancı antrenör olsaydı bugün Fransa 3. Ligi'nden getireceği bir oyuncunun transferi bile herkeste büyük saygı uyandırırdı. Ancak kendi içinde oldukça verimli bir transfer olan Bilal Kısa, bugün Hamza Hamzaoğlu'nun vizyonsuzluğunun(!) simgesi haline geldi. UEFA finansal kısıtlamalarının tokadı hemen ensemizde dururken, adeta FM oynuyormuşçasına bir transfer harekatı beklemek hiç de akıl karı değil. Artık Türk takımlarının da realist projeler yapma zamanı geldi, geçiyor bile. Bu noktayı kaçırmamamız, eleştirirken bunu da hesaba katmamız gerekiyor. 


İşler zaten berbat giderken, daha kötüye gitmesi kimsenin pek de umurunda değilken, kurtarıcı olması ümit edilen teknik direktöre güvenmek kolaydır. Şimdi ise Galatasaraylıların önünde daha zor bir sınav duruyor. Takım yerlerde değil, zirvedeyken, kaybedecek çok şeyi varken hocasına güvenmek. Yani Hamzaoğlu'na güvenmek!


Okuyan herkese teşekkür ederim.

1 yorum:

  1. Maalesef Türk insanının en kötü huylarından biri ; iyi olanı şöhret yapmak yerine , şöhret olanı çok iyi görmektir . Hamza hoca seneye de şampiyon olsa çok başarılı hoca değil , çok şanslı hoca olacaktır..
    Ben aynı fikirdeyim ve sonuna kadar Hamza hocaya güveniyorum..

    YanıtlaSil