Önceki iki paylaşımımda Galatasaray'ı bugüne getiren
süreçten bahsetmeye ve sebep sonuç ilişkilerini temellendirmeye çalıştım. Bugün
de yine kronolojik sırayla devam ederek Hamza Hamzaoğlu'nun takımın başına
gelmesi ve sezonun sonunda iki kupalı zafere ulaşmasından bahsetmemi
bekliyorsunuz muhtemelen. Ancak öyle olmayacak. Çünkü bu süreci zaten
futbolseverler olarak her birimiz çok kısa zaman önce çok yakından takip ettik.
Yani artık sebep kısmının tamamlanmış olduğunu ve sonuç kısmından bahsetmek istediğimi söylemeye çalışıyorum.
Son iki sezonda üst üste değiştirilen üç teknik adamın
üçünün de ortak bir noktaları var; o da İtalya. Gel gelelim bu hocaların futbol
görüşleri ve oyun anlayışları olarak aslında üç benzemez olduğundan daha önce
de bahsetmiştim. Yani kulübede arz-ı endam ederken, üzerilerine giydikleri
İtalyan takım elbiseler dışında pek de ortak yanları yok bu isimlerin. Kadroya
baktığımızdaysa özellikle kanat bölgesine ısrarla her transfer sezonunda çok
büyük yatırımlar yapılmış ve değişimler olmuş olsa da takımın oyun karakterini
belirleyen omurganın sabit kaldığını görüyoruz. Muslera - Semih - Melo - Selçuk
- (Sneijder) - Burak omurgası, etraflarında dönerek değişen her şeye rağmen sabit
kaldılar. Yani karakteri değişmeyen bir kadro olmasına karşın, iki sezonda üç
farklı karakterde teknik direktör ile çalışılmış. Bu da özellikle Terim'in
ayrılmasından sonraki süreçte, doğal olarak takım performansında önemli
dalgalanmalar yarattı. Çünkü gelen İtalyan hocalar bir yandan takımı oyun
anlayışlarına adapte etmeye çalışırken, diğer yandan birden çok kulvarda
yarışmak zorunda kalıyordu.
Mancini genel olarak, takımında saha içindeki blokların
sürekli birbirine göre pozisyon alarak, sanki tek bir beyin ile
yönetiliyormuş gibi kaymalar yapmasını arzuluyor, topun kaybedildiği noktada
bu kolektif düzen ile baskı kurularak topu geri kazanılmasını ve derhal dikine
paslarla rakip kaleye gidilmesini oyuncularından talep ediyordu. Fakat alt
yapılarda pozisyon bilgisi, alan savunması, dikine yapılacak al-ver oyunlarını
öğrenmekten çok "bir şekilde kazanmayı" amaç edinerek asıl gerekli
bilgileri öğrenememiş olan Türk ve Latin oyuncuların bu modern sisteme ayak
uydurması tabi ki kolay değildi. Bu dönemde ayağında çok top tutmayı alışkanlık
haline getiren Emre Çolak gibi, alan savunması yapamayan ve pas açılarını
kapatamayan Yekta gibi, (bu düzende) her yere zamanında koşması ve pozisyon
alması gerekirken maç başına 8-9 km koşan, temposu buna yetmeyen Melo
gibi, kademe bilgisi oturmamış ve fiziksel olarak yetersiz Telles gibi bir çok
oyuncu dökülüyordu. Ancak Hakan Balta, Ceyhun Gülselam, Sneijder gibi 6-7
yaşlarından beri bu tarz oyun anlayışlarını öğrenmiş olan oyuncular çabucak
uyum sağlayabilmişlerdi. Nitekim bu isimlerin yıldızlaştığı Kopenhag, Bursaspor
gibi maçlarda Galatasaray'ın oynadığı iyi futbolu hatırlayanlarınız olacaktır.
Bu dönemde buna benzer ümit vadeden oyunları çok kez görmüştük. Özellikle ligin
son haftalarında oturmaya başlayan bu sistem seri galibiyetler ile 2.lik, yani
Şampiyonlar Ligi biletini de getirmişti. Bir de Selçuk ve Burak gibi fiziksel
olarak çok iyi durumda olan ve böylece tempoya ayak uydurabilen ancak toplu
oyunda bocalayan oyuncular vardı. Bu da, aslında sadece toplu oyunu izleyen taraftarların homurdanmasına,
yuhalamaya varacak tepkiler vermesine sebep oluyordu. Böylece bu oyuncuların
toplu oyunda sorumluluk almak için psikolojik olarak cesareti kalmıyordu.
Prandelli dönemi ise çok daha karanlık diyebiliriz. Cesare,
"tipik İtalyan hoca" kalıbına daha çok uyan bir isim. Top rakipteyken
11 oyuncusunu da topun arkasında görmek isteyen; savunma baskısını, rakip 2.
bölgeden 1.bölgeye girerken
kurgulayan ve yine bu noktada pozisyon
kaymalarının kusursuz olarak yapılmasını bekleyen bir antrenördür. Topu kendi
yarı sahasında kazandıktan sonra ise kalabalık tuttuğu orta sahasının pas
marifetleriyle hücuma çıkmayı tercih eder. Bu da Galatasaray geleneklerine ve
taraftarın beklentisi olan hızlı ve akıcı futbola ters düştüğü gibi çok tempolu
ve koşan da bir kadro gerektirir. Çünkü bu istenen kaymaları zamanında yaparak
rakibi topluca hücuma çıkmışken gafil avlamak bu sistemin olmazsa olmazıdır.
Ancak Galatasaray'ın sezon başı performanslarına baktığımızda toplam koşu
mesafelerinin maç başına 110 km'ye dahi ulaşamadığını görürüz. Prandelli o haftalarda tam
da bu sebeple 6-8 hafta sabretmemiz gerektiğini her maç sonunda ileri sürüyor,
fizik kalitemizin artacağını ümit ediyordu. Tabi işler öyle olmadı. Bir çok faktör
daha etkili olmuş ve başarısızlık başarısızlığı getirmişti. Ben Prandelli'nin
kafasındaki oyun planını mükemmele yakın uygulamayı başarmış olması ihtimalinde
bile camianın bundan tatmin olacağını düşünmüyorum. EURO 2012'de plase
bile gösterilmeyen İtalya'nın final görmeyi başarmış Prandelli liderliğindeki takımına
dikkat edersek, 3'lü stoperin sağına monte ettiği De Rossi'nin çok kritik bir
rol üstlendiğini görürüz. Bu Prandelli'nin oyun kurmak için seçtiği noktanın
kalecisinin hemen önü olduğuna bir kanıttır. Nitekim bir benzerini, oyunu
başlatma görevini en güvendiği isim olan Sneijder'e vererek Galatasaray'da da
denemişti. Tabi Sneijder'in ön liberoya çekilmesi uzun vadeli bir plan
olamamıştı.
Ünal Aysal'ın kaçışı üzerine yeni kurulan yönetimin tercihi ise,
markalara güvenmek olmadı. Hamza Hamzaoğlu'na güvenmek oldu. Bu güven
Galatasaray'ın kaderini bir kez daha değiştirdi. Yeniden en tepeye çıkarttı sarı kırmızılı camiayı.
Peki Hamzaoğlu nasıl yapmıştı? Kafasındaki sistem ile
elindeki kadroyu nasıl uyuşturmuştu?
Bu soruya bir çok farklı yanıt da verilebilir elbette. Lakin
naçizane fikrim hocanın bu konuda biraz da şanslı olduğu yönünde. Sebebi ise
Hamza Hoca'nın önceki takımlarında gizli. Alt liglerdeki Malatya, Eyüp ve
Denizli maceralarını tahlil etmem tabi ki imkansız. Ancak takip etmiş spor
yazarlarını okuduğumda ve dinlediğimde düşüncemi pekiştirmiş olduğumu da
belirteyim. Akhisar macerası ise hepimizin gözleri önünde ve dikkat çekici
oldu. Hamza Hoca hiçbir zaman Abdullah Avcı gibi Şifo Mehmet gibi Ziya Doğan
gibi yalnızca takımını ligde tutabilmek ve Anadolu kulüplerinde her daim iş
bulabilecek repütasyonu elde edebilmek için futbolun güzel yönlerini öldürüp,
ligimizin buglarını kullanma yolunu tercih etmedi. Zor olan yoldan gitti, bir
çeşit kumar oynadı ve kariyerini tırnaklarıyla kazandı. Hamza Hoca'nın Akhisarı'na
baktığımızda Sonko ve Uğur gibi atletik stoperler; Bilal Kısa ve Merter gibi
teknik kapasitesi yüksek orta sahalar; Bruno gibi mücadele gücü yüksek bir
ikinci forvet ile Gekas ve Niasse gibi savunma arkasına sarkmaya müsait,
fırsatçı golcüler kullandığını hatırlıyoruz. Okurken sizin de aklınıza bu
kalıplara cuk diye oturan Semih-Chedjou, Melo-Selçuk, Umut-Burak ikilileri
gelmiş olmalı. Hatırlarsak Hamzaoğlu ilk haftalarında Burak'ı adeta Akhisar'da
Bruno'yu kullandığı gibi kullanmış ve Umut'un hemen arkasına monte etmişti. Bu
o dönemde oldukça olumlu bir etki de yarattı açıkçası.
Asıl önemli olan ise Hamza Hoca'nın bundan ibaret bir teknik
adam olmadığını, haftalar geçtikçe ispatlamasıydı. Hamzaoğlu kendi taktik
anlayışı çerçevesinde optimum bir düzene inanmıştı, 4-2-3-1 dizilişi bunun için
idealdi. Ancak doğru diziliş her şey değildir. Bazen elinizdeki oyuncuları da
kendi inandığınız doğrulara inandırmanız gerekir. İşte bunu başardı Hamzaoğlu. Sadece
Selçuk, Burak, Semih, Emre, Hakan, Sabri, Hamit gibi yakından tanıdığı milli
oyuncuları değil; Telles, Chedjou, Bruma gibi yabancılarını; Muslera, Melo,
Sneijder gibi dünya yıldızlarını da ikna etti buna. Zamanla Burak'ı tekrar en
ileri uca, Sneijder'i ise alışık olduğu oyun kurucu 10 numara pozisyonuna
kaydırdı. Oyuncularını kazanmayı iyi biliyor Hamza Hoca. Kupa maçlarında
Yasin'e özgüven aşıladıktan sonra yavaş yavaş ilk 11'e monte etmesi takdire
şayandı. Hatta bir ara Yasin'in oyundan erken alınmaları taraftardan tepki
toplamaya bile başlamıştı :) Tüm bu olumlu kıvılcımlar sezon biterken birleşti
ve bir yangın oldu. Tüm kritik maçlarda rakiplerini yaktı Hamzaoğlu'nun ekibi
ve sezonu iki kupa ile kapadı. Ancak bu yolda ilerlerken
"diğerlerinden" farklı olduğunu hissettirdiği birkaç an daha var ki,
bence unutulmaması gerekiyor. Bir kere Galatasaray Dergisi'ndeki ilk
röportajında açık yüreklilikle çocukken Fenerli olduğunu söyleyebilecek
cesarette. Bunun anlamı yarın öbür gün işler kötü gidecek olursa
"Galatasaray'ın çocuğu", "camianın evladı" ajitasyonlarına
ihtiyaç duymuyor olmasıdır. Günümüz teknik adamları bu tarz cesur ama ilkeli
işlerden kaçınırlar, duygu sömürüsü imkanlarını sonuna kadar zorlarlar. Asıl
dikkatimi çeken ise Başakşehir maçı sonrası diğerleri gibi
"elimizden geleni yaptık", "iyi oynayamadık ama iyi mücadele
ettik", "olmayınca olmuyor" gibi klişeleşen, yuvarlak ve içi boş
demeçler verme yolunu seçmedi. Alışılmadık şekilde, yine olabildiğince cesurca
çıktı, özür diledi. "Yahu ne yani, özür dilemek sanki matah bir şey mi,
özür dileyeceğine çıksın doğrusunu yapsın." diyenleriniz olabilir. Fakat
hata yapmayan teknik direktör zaten yoktur! Özür dilemek ise bu hatalardan ders
çıkarmanın ilk adımı olabilir!
Bugünlerde ise moda tartışma konusu, Bilal Kısa transferi ve
Aatıf ile Niasse'nin olası transferi etrafında yoğunlaşan vizyon meselesi.
Transferler biraz daha netleştikten sonra onun üzerine yazacağım şeyler de
olacak ama şimdilik söylemek istediğim şey şu: insaf! Geçtiğimiz iki yazıda son
4 yılda yapılan transfer harekatlarından ve harcanan paralardan uzunca
bahsettim. Gerçekten de bonservis maliyetlerini ve yıllık ücret taahhütlerini
üst üste koyduğumuz zaman sıra dışı bir meblağ çıkıyor karşımıza. Alabildiğine
şişmiş oyuncu enflasyonu sonucunda geldiğimiz noktada Galatasaray'ın tam 41
kontratlı futbolcusu bulunuyor! Bu koşullarda henüz Haziran ayındayken yüksek
maliyetlerle yıldız oyuncuların arka arkaya imza atmasını isteyenler, iyi ki
Galatasaray'ın transfer komitesi başında değiller! Vizyon, yıldız oyuncuların
isimleriyle dolu bir transfer listesini yönetime vermek değildir. Tabi ki her
Galatasaraylı, inanın en çok da Hamza Hoca, takımı bir yıldızlar ordusu olarak
görmek ister. Ancak kulübün gerçekleri doğrultusunda planlamalar yapıyor diye,
henüz kesinleşen pek bir şey de yokken bu denli kararlı bir şekilde eleştiri
yapmak, bana göre haksızlıktır.
Gelinen bunca zorlu sürecin ardından takımı çukurun dibinden
kurtaran, kurtarmayı da aşıp sezonu iki kupa kazanarak bitiren bir hocaya bu
şekilde yüklenilmesini doğru bulmuyorum. Takımın eksikliklerinin bir çoğumuz
farkındayız ancak bir süre daha sabredip, değerlendirmelerimizi öyle yapmakta
fayda var. Hamza Hamzaoğlu'nun vaadettiği
potansiyele hepimizin biraz daha inanması gerektiğini düşünüyorum. Aynı
koşullarda, aynı başarıları kazanmış olan isim Hamza Hamzaoğlu değil de;
Avrupa'nın elit liglerinden gelmiş herhangi bir yabancı antrenör olsaydı bugün
Fransa 3. Ligi'nden getireceği bir oyuncunun transferi bile herkeste büyük
saygı uyandırırdı. Ancak kendi içinde oldukça verimli bir transfer olan Bilal
Kısa, bugün Hamza Hamzaoğlu'nun vizyonsuzluğunun(!) simgesi haline geldi. UEFA
finansal kısıtlamalarının tokadı hemen ensemizde dururken, adeta FM
oynuyormuşçasına bir transfer harekatı beklemek hiç de akıl karı değil. Artık
Türk takımlarının da realist projeler yapma zamanı geldi, geçiyor bile. Bu
noktayı kaçırmamamız, eleştirirken bunu da hesaba katmamız gerekiyor.
İşler zaten berbat giderken, daha kötüye gitmesi kimsenin pek de umurunda değilken, kurtarıcı olması ümit edilen teknik direktöre güvenmek kolaydır. Şimdi ise Galatasaraylıların önünde daha zor bir sınav duruyor. Takım yerlerde değil, zirvedeyken, kaybedecek çok şeyi varken hocasına güvenmek. Yani Hamzaoğlu'na güvenmek!
İşler zaten berbat giderken, daha kötüye gitmesi kimsenin pek de umurunda değilken, kurtarıcı olması ümit edilen teknik direktöre güvenmek kolaydır. Şimdi ise Galatasaraylıların önünde daha zor bir sınav duruyor. Takım yerlerde değil, zirvedeyken, kaybedecek çok şeyi varken hocasına güvenmek. Yani Hamzaoğlu'na güvenmek!
Okuyan herkese teşekkür ederim.
Maalesef Türk insanının en kötü huylarından biri ; iyi olanı şöhret yapmak yerine , şöhret olanı çok iyi görmektir . Hamza hoca seneye de şampiyon olsa çok başarılı hoca değil , çok şanslı hoca olacaktır..
YanıtlaSilBen aynı fikirdeyim ve sonuna kadar Hamza hocaya güveniyorum..