28 Haziran 2015 Pazar

Günlerin Götürdüğü

Bugün okuyacağınız yazı bir önceki paylaşımım olan "Günlerin Getirdiği" başlıklı yazının devamı ve sonuçlandırılması niteliğinde olacak. Biraz uzun oluyor farkındayım ama sizlere bakış açımı en doğru şekilde geçirebilmek, daha sonraki dönemlerde yazacağım yazılar açısından temellendirmeyi sağlam yapabilmek için bu şekilde başlamam gerektiğini düşündüm. Eğer güncel değerlendirmeler yaparken mevzuunun  hangi olay zincirinin sonunda gerçekleştiğini görebilirsek yapacağımız yorum çok daha tutarlı ve doğru olacaktır. İşte bu maksatla bir önceki yazıda bıraktığım noktadan devam ediyorum.



En son, 2011 yazında kulübün tüm ağır toplarının aynı amaç uğrunda tüm egolarını bir kenara bırakarak güçlerini birleştirmiş olduğundan bahsetmiştim. O dönem bir araya gelen tüm isimler aleyhinde düşüncelerimiz olabilir. Nitekim benim de var. Ancak hepsinin o dönemde güzel fedakarlıklar yapmış olduğu da bir gerçektir. Eğer Galatasaray son yıllara damga vurabilmişse, o dönem yapılan fedakarlıkların etkisi yadsınamaz. Sürecin nihayetinde hangi şampiyonlukların kazanıldığını zaten hepimiz biliyoruz. Ben burada sonuçlardan daha çok nasıllardan bahsetmek istiyorum.



Yeni yönetim kurulmuş, gerekli olan nakit para  yaratılmış ve takımı sıfırdan yaratacak olan teknik ekip de belirlenmişti. Geriye sıfırdan bir takım kurmak kalmıştı. Doğal olarak büyük bir transfer harekatına girişildi. Şimdi dönüp baktığımız zaman o yaz inanılmaz bir yüzde ile transfer yapılmış olduğunu görüyoruz.



Gelenler 
Bonservis bedeli
Geldiği takım
 Sezon öncesi
Bedelsiz 
Bedelsiz 
Bedelsiz 
2.000.000 € 
Bedelsiz 
6.750.000 € + Lorik Cana 
Kiralık. 1.5 milyon € 
3.500.000 € 
1.100.000 € 
3.000.000 € 
3.000.000 € + Musa 



Bu tabloya baktığımız zaman yapılan 11 dış transferin 7 tanesinin, şampiyon olarak tamamlanan sezonda ilk on birin değişilmezi olduğunu görüyoruz. Ceyhun Gülselam ve Sercan Yıldırım'dan ise dönem dönem bench katkıları alınmıştı. Okan Derici zaten bir potansiyel transferiydi ve sezonu A2 takımıyla geçirmişti. Albert Riera'nın ilk sezonunda tek hayal kırıklığı yaratan transfer olduğu görüşü ağırlıktaydı. Nitekim İspanyol oyuncu kariyerinin önceki dönemlerinde de pas oyununa dayalı sistemlerde başarılı olmuş, fiziğe ve bireysel patlayıcılıklara dayalı sistemlerin uygulandığı takımlarda ise hayal kırıklığı yaratmıştı. Ancak ikinci sezonda yaşanan sol bek krizine adeta ilaç olmuş, oyun bilgisi ile o da takıma ilerleyen dönemde önemli katkılar vermişti. Bu sebeple şahsen Riera'nın da başarılı bir transfer olduğu düşüncesindeyim (evet, yıllık ücreti gerçekten de çok yüksekti).  Gönderilen oyuncular arasında ise dikkat çeken yalnızca bir isim vardı: Arda Turan. Son birkaç transfer sezonunda Atletico Madrid'in ilgisine maruz kalan Arda, artık Türkiye'de kalacağı her günün ona zarar vereceğini anlamış ve çok sevdiği Fatih Hocası ve "paşam" dediği yakın arkadaşı Selçuk İnan'ın transferine rağmen ayrılmayı kafasına koymuştu. Bu kararı ilerleyen yıllarda karşısına Simeone gibi bir şans çıkaracak ve dünyada neredeyse kazanmadık kupa bırakmayacaklardı. En nihayetinde Türkiye'de yetişen bir oyuncunun 12,5 milyon € bedel ile yurt dışına ihracı bir rekordu ve olası taraftar eleştirilerine karşı bir duvar oldu. Böylece tam anlamıyla win-win diyebileceğimiz bir transfer hamlesi daha yapılmış oldu. Yani yıllık ücretleri hesaba katmadan oldukça düz bir mantıkla yorumlayacak olursak; dış transfere 20.850.000€ para harcanmıştı, gidenlerden ise yalnızca Arda'dan 12,5m€'luk bir gelir elde edilmişti. Çıkardığımızda toplamda 8.350.000€ para harcanarak transfer harekatı sonlandırılmıştı. Böyle bir takım kurarken  harcanan bu miktar gerçekten takdire şayan.  Tabi Melo için bir sonraki sezon 1.75m€ daha kiralama ücreti verilmiş daha sonraki sezonda ise 3.75m€ daha ödenerek bonservisi alınmıştı. Toplamda 7m€'luk bir bedel ödenmişti 3 sezon sonunda Brezilyalı için. Bunu da anti-parantez olarak belirtmek gerekir.






Fatih Terim o dönemde içeriden de iki transfer yapmıştı adeta. Alt yapı meyveleri Semih Kaya ve Emre Çolak ilk on birin vazgeçilmezleri konumuna gelmişti. Bu hamle sezon başında benimsenen politikanın yan etkilerini göstermesini engelleyecek (daha doğrusu erteleyecek) en önemli iki şansı olmuştu Galatasaray'ın. Yaş ortalaması oldukça yüksek bir takımın genç neferleri ve bir nevi dinamoları oldular. Gelecek yıllarda da oyunlarının üzerine koyarak devam ettiler ve hala takıma önemli katkılar veriyorlar. Devre arasında takıma katılan Necati Ateş ise, Baros'un sakatlığında formayı alması ve attığı gollerle sezon sonu kazanılan şampiyonlukta adeta x-factor rolünü üstlendi. Geldiği gün "Çarşıdan aldım Shaqiri, eve geldim Necati" cümlesi futbol severlerin dillerine pelesenk, esprilere konu olmuştu. Ancak son gülen Necati, iyi güldü :)



Aslına bakarsanız bu sezon özelinde de yazacak çok şey var. Gerek kadro gerek sistem gerekse de performans olarak çok ilgi çekici bir sezon olduğunu düşünüyorum. Dünyanın en garip play-off sistemine de tanık olmuştuk bu sezonda. Ancak belki ileride başka bir yazıda özel olarak bu sezondan bahsederim, şimdi kısa keseceğim.



Sezon başında yönetimin oynadığı kumar, sezon sonunda hayati bir şampiyonluk olarak geri dönmüştü. Takımda oynayan her oyuncu değerini arttırmış, alınan Şampiyonlar Ligi bileti ile oldukça tatmin edici bir gelir de kafadan cebe konulmuştu. Böylece imkansız gibi görünen başarılmış, kulübün çehresi bir sezonda değişmişti. Galatasaray yıllar süren fetret dönemine son vermiş gibiydi. Artık taraftar geleceğe çok daha umutlu bakıyor, herkes hedef yükseltiyordu. Bu doğrultuda dönemin başkanı Aysal ilerleyen yıllarda futbol terminolojisine girecek unutulmaz o demeci vermişti: 
Pastamız hazır durumda. Bundan sonra olursa bir çilek olur.

Bahsettiği hazır duruma gelen pasta ise 2012 yazında tamamlanmıştı.

Bayern Münih Almanya Ligi'nde hegemonya kurmuş bir takımdır. Bu durumu Jurgen Klopp bir demecinde şuna benzer bir cümle ile açıklamıştı sanıyorum: 
Eğer Bundesliga'da şampiyon olmak istiyorsanız, o sezonda Bayern Münih'in formsuz olmasını beklemelisiniz, aksi halde zaten Bayern Münih şampiyon olacaktır. 
Belki de bunun sebeplerinden birisi Bayern Münih'in transfer politikasıdır. Bayern Münih, Bundesliga'da "baş gösteren" tüm oyuncuları transfer etmesi ile meşhurdur. Hele ki bir sezonda şampiyonluğu kaçırmışsa, o yaz şampiyon olan diğer Alman ekibinin yıldızlarına mutlaka imza attıracaktır. Böylece bu egemenlik de sürüp gider. İşte Galatasaray da 2012 yazında buna benzer bir politika izledi. Şampiyon olan kadroya Dany Nounkeu, Umut Bulut, Hamit Altıntop, Burak Yılmaz ve Nordin Amrabat isimler toplamda 20.750.000€ para harcanarak transfer edilmişti. Bu oyuncuların tümü Türkiye piyasasında öne çıkan oyunculardı. Bu transferler aynı zamanda önceki sezon kabul edilen yönteme devam edildiğinin bir kanıtıydı. Yine yaşını almış, belirli tecrübede ve direkt katkı verecek nitelikteydi katılan oyuncular.







Kimsenin aklına bu değirmenin suyunun nereden geldiği sorusu gelmiyordu. Çünkü Galatasaray camiasında adeta transferlerin sarhoşluğu yaşanıyordu. Hatta Şampiyonlar Ligi'nde yaşanan başarı, beklentiyi ve coşkuyu iyiden iyiye arttırmıştı. O meşhur  "çilek mevsimi" gelmişti. Galatasaraylılar hatırlayacaktır, o dönemde Wesley Sneijder'in transferinin düşüncesi bile yüreklerimizi hoplatmaya yetiyordu. Sabah "Sneijder geldi mi?" diye kalkıp, geceleri aynı soru ile uykularımız kaçıyordu. Yaşayan bilir, bir sevgiliyi bekler gibi bekledik Wesley'i. Geldiği gün bayram gibi bir şey olmuştu. Bu transfer herkesi iyice coşturmuşken üzerine bir güzel haber de Çin'den gelmişti. Yazın uzun süre peşinden koştuğumuz ancak Çin'e transfer olan Drogba bu kez Galatasaray formasını giymişti. Takım adeta iki sezonda sıfırdan yıldızlar topluluğuna dönmüştü. Unutulan ise şuydu, klasik bir tabir ile, takım tecrübeli komutanlar ile dolmuştu ancak en az onlar kadar, coşkulu askerlere de ihtiyaç vardı. Bu ihtiyaç her geçen gün kendisini daha çok hissettirecekti. Lakin 2012-2013 sezonu da kritik maçlarda tecrübesini hissettiren yıldızlar ile hasarsız atlatılmış ve yine şampiyon olarak tamamlanmıştı. Belki de tüm saha içi emarelere rağmen bu şampiyonluk gözümüzün önündekileri görmemizi engelleyen unsur olmuştu.



Bu kez transferde benim dikkatimi çeken bir hamle yapıldı. O da yanlış yapıldı. 2013 yazında ülkemizde düzenlenen U-20 Dünya Kupası'nda yıldızı parlayan isimlerden olan ve kulübü Sporting Lisbon'da problemler yaşayan Bruma 10m€ gibi uçuk bir bedel ile transfer edilmişti. Bu transfer aslında bir farkındalık ve bir projenin ilk adımları olabilirdi. Galatasaray'ın her sezon sonunda kadrosuna yüksek bonservis bedelleri ödeyerek, olmuş futbolcular transfer etmesinin uzun vadede patlayacak bir lastik olduğu ve artık takımın yıldız komutanlar kadar aç askerlere de ihtiyacı olduğu görülmüş müydü? Hayır. Sanıyorum bu transfer Avrupa'da Porto, Shakhtar Donetsk, Sevilla, Lille gibi kulüplerin izlediği al-parlat-sat modeline geçiş için atılmış bir adımdı. Fakat böyle bir kulüp olmak FM oynamaya benzemiyor. Tüm profesyonel yapılanmanızı buna uygun hale getirmeden böyle hamleler yapmaya kalkarsanız, Bruma'ya 10m€ verir, iki sene sonunda da değerinin yarı yarıya düştüğü gerçeğiyle karşı karşıya kalırsınız. Bruma dışında bir de Lille'den 6.3m€ verilerek Kamerunlu stoper Chedjou takıma getirildi. Bu hamle ile de Ujfalusi'nin kariyerini bitiren sakatlığın ardından bir türlü sarılamayan stoper yarasına bir merhem sürülmek istenmişti. Ancak önceki sezonda büyük bir sakatlık geçirmiş olan Chedjou fiziksel olarak standardının oldukça altındaydı ve onun gibi atletizmi ile oynayan bir stoperin bu haldeyken iyi bir sezon geçirmesi tabi ki düşünülemezdi. Nitekim geçirilen bu başarısız transfer sezonunun ardından oynanan futbol taraftarı tatmin etmeyince homurdanmalar başlamıştı. Bu dönemde güçlenmiş olan Aysal bu gücüne ve kurduğu yıldızlarla dolu takıma çok güvenmişti ve genel kurula giderek, ilk kez seçilirken desteğini aldığı diğer ağır toplar olan Adnan Öztürk, Ali Dürüst ve Abdürrahim Albayrak gibi isimlere "teşekkür etti". Bu hamle Fatih Terim'i de kulüp içinde zayıflatmış oldu. Bu tarz zayıflamalara tahammülü çok düşük olan Terim'in meşhur egosu, Aysal'ın "eleman" çıkışı gibi hamleler ile iyice kaşınmaya başlamıştı. Tam da bu sırada milli takımda büyük bir başarısızlık öyküsü yazan Abdullah Avcı'nın ardından; bir Galatasaray'a bir Milli Takım'a "kurtarıcı" olan Fatih Terim bu kez ikisinin birden başına geçmişti. Şike süreciyle birlikte Galatasaray taraftarının düşmanlığını kazanan TFF Başkanı Yıldırım Demirören ile Fatih Terim'in imza töreninde verdiği fotoğraflar  ise Aysal-Terim ittifakının sonu için çalan çanların sesiydi.


Bu "Yeni Galatasaray" için cicim aylarının bitişiydi. Artık görmezden gelinen bazı acı gerçekler tokat gibi suratlara çarpmaya başlamıştı. Aysal, Terim'in ardından tartışmaya müsait olmayacak bir isim ile anlaşmalıydı. Öyle de yaptı, Avrupa'nın en karizmatik hocalarından biri olan Roberto Mancini'yi Florya'ya gelmeye ikna etmişti. Mancini gerçekten de geldiği ilk günden itibaren özveri ile akılcı bir ideal uğrunda çalıştı. Kadronun ihtiyaçlarının o da farkındaydı. Terim ile çok farklı oyun anlayışlarına inanan bir teknik direktördü. Oysa ki elindeki kadro Terim'in sıfırdan oluşturduğu ve kendi sistemine müsait bir kadroydu! Yönetimin Fatih Terim'den sonra Mancini'yi başa getirmesi gerçekten de bir futbol cahilliğidir. Futbolu yönetmesi gereken seçilmişlerden bağımsız bir futbol aklı, futbolun geleceğini planlamalı ve projelendirmelidir. Böyle bir yapılanmanın kurulmasının ne denli büyük bir ihtiyaç olduğu sadece bu tercihten bile anlaşılabilir aslında. Durum böyle olunca kendi futbol anlayışına oldukça ters olan kadroyu şekillendirmek isteyen Mancini 2,5 senenin ardından tekrar yeni bir takım kurma ihtiyacı hissetmişti. Bu noktada popülist bir bakış açısıyla, taraftarlar suçu Mancini'ye atar. Oysa ki bu istek, Mancini'nin en doğal hakkıydı. Gel gelelim bu kez de önünde çok garip bir engel vardı: yabancı oyuncu sınırlaması. Bu ucube kural TFF'ye bağlı organizasyonlarda yalnızca 5 tane yabancı pasaportlu oyuncuya müsaade ediyordu. Bu koşullarda geniş bir transfer harekatı yapmak hiç de akıl karı değildi. Ancak takımın başına takıma asla uymayacak bir hoca getirilmişti. Yani bir yandan da takımın çehresini değiştirmek şarttı! Aksi gibi ekonomik sıkıntılar da tekrar su yüzüne çıkmıştı. Hepsi bir yana, kulübün sınırsız transfer bütçesi bile olsa, Ocak transfer sezonunda yeni bir takım kurmak başlı başına bir intihardı! Nitekim bu dönemde şu oyuncular alel acele transfer edildi:



 Sezon arası transferleri 2013-2014
3.5M €
1.66M TL
2.75M €
6.15M €
2,5M €
2.25M TL
2M €
0.7M €
0.25M $
Toplam harcama:  16,9 M € + 3,91 M TL + 0.25M $


Bu isimlerin arasında kulüpteki ömrü 1 seneyi görebilen iki oyuncu var: Alex Telles ve Koray Günter. Onların performansı da pek yeterli gözükmüyor. Ancak Mancini yine de Türkiye'ye bir şekilde uyum sağlamayı başardı. Deplasmanda galibiyet alamama problemi, şampiyonluktan etmişti ama zar zor kazanılan ikincilik, belki de lig tarihinin en önemli ikinciliğiydi. Sezonu şampiyon bitiren Fenerbahçe'nin UEFA'dan şike sebebiyle yediği Avrupa kupalarına katılamama cezası sayesinde bu ikincilik Şampiyonlar Ligi'ne doğrudan katılım bileti anlamına geliyordu. Ne yazık ki kazanılan bu bilet ve üçüncü sezonda da üst üste cebe koyulan gelirler bile bağıra bağıra gelen bu düşüşe engel olamayacaktı.







Sezon sonunda ideallerin uyuşmaması, Mancini ile de yolların ayrılmasına sebep olmuştu. Oysa Mancini daha doğru bir zamanda daha doğru bir kadro ile gelmiş olsaydı Galatasaray'a sınıf atlatabilecek bir hocaydı. Roberto Mancini hakkında da söylemek istediklerim var ve ilerleyen zamanlarda sizlerle de paylaşmayı düşünüyorum. Takımın başına İtayla ile Dünya Kupası faciası yaşayan Prandelli geldi. Yani 8 ay önceki filmi adeta bir kez daha izledik. Yine bir futbol akılsızlığı! Bakın bu sözlerimden Mancini ve Prandelli hakkında böyle düşüncelerim olduğunu anlamanızı istemem. Benim nazarımda her ikisi de çok değerli teknik direktörlerdir. Akılsızlık ise bu üç benzemez hocayı, bir sene içinde üst üste göreve getiren yapıdadır. Bu yapı er ya da geç değişmek ZORUNDADIR!



Geçtiğimiz sezon başında da hatalı transfer geleneği sürdü bildiğiniz gibi. 4m€ bedel ile Olcan, bedelsiz kiralanan Sinan Bolat, 2.5m€'ya Yasin Öztekin, 4.75m€'ya Tarık Çamdal ve son gün toplamda 2.35m€'ya Napoli'den getirilen Dzemaili-Pandev ikilisi bu dönemin yaz transferleriydi. Hala aynı hatalar, ısrarla yapılıyor her sezon aynı tip oyuncular kısa vadeli faydalar gözetilerek transfer ediliyordu.
Bu kafayla devam ettiğimiz sürece her 2 senede bir yeni takım kurmak zorunda kalacağız. Ancak bu mali olarak mümkün değil, sonsuza kadar günü kurtaramayız. Artık buna uyanmamız lazım! 
Prandelli Türkiye'ye hiçbir zaman uyum sağlayamadı. Kendini ifade edemedi; ne oyuncularına ne de bizlere. Tabi ki bu skorlara ve takım performansına da yansıdı. Başkan Aysal ise artık "karizmayı çizdirmişti", genel kurulda olağanüstü yetkiler talep etmiş  ancak karşılık bulamamıştı. Bunun üzerine adeta kongreye bir rest çekti, kongre de bu resti gördü. Bunca terslik yetmezmiş gibi bir de yönetim krizi patlak vermişti. Galatasaray adeta 3,5 sene öncesine çok benzer bir durum ile karşı karşıyaydı. Yönetim de, teknik ekip de, futbol takımı da topun ağzındaydı bir kez daha. Arena'da yeniden yuhalamalar duyulmaya başlamıştı. Lale devri günlerinin getirdikleri olduğu gibi, götürdükleri de olmuştu. Acısı ise ancak çıkıyordu. Kötü oyuna rağmen Prandelli'nin takımı ligde zirveye tutunmayı bir şekilde başarmıştı. Ancak iki sezondur Şampiyonlar Ligi'nde tarihi başarılar kazanan takım, bir anda averaj takımı halini almıştı. Üst üste alınan 4 gollü mağlubiyetler rakiplerin dalga malzemesi olmuştu. Taraftar yeniden büyük bir umutsuzluk dalgasının içine sürüklenmişti. Yeni seçilen başkan Duygun Yarsuvat çok saygın ve yaşlı bir ceza hukukçusuydu. Adeta zor dönemde abilik yapmak misyonuyla, geçiş sürecini yönetmek üzere göreve gelmişti. Ali Dürüst ve Abdürrahim Albayrak ise yeni yönetim ile birlikte tekrar Florya yolunu tutacaklardı. İlk planda kulübün mali problemleri de göz önünde bulundurularak Prandelli ile devam etmenin yolları aranmışsa da o trenin raydan çıkmış olduğu gün gibi ortadaydı. Arena'da alınan ağır bir Trabzonspor mağlubiyeti de "ikinci İtalyan"ın kulüpteki sonu oldu. Önce yönetim değişmişti, şimdi de teknik ekip değişecekti.


Peki bir takım bunca değişikliği, bunca krizi, bunca karmaşayı aynı sezon içinde yaşayarak ne kadar başarılı olabilirdi? Bu çukurdan takımı tekrar omuz omuza getirerek çıkmak mümkün müydü? Yeni yönetim bu yolda hangi hocayı tercih edecekti? Hangi hoca böyle bir sorumluluğun altına elini sokacaktı? Daha önceleri Hagi ve Bülent Korkmaz gibi efsane isimlerin başına gelenler bu yeni hocanın başına da gelecek miydi?




.
.
.





Gerek Hamza Hamzaoğlu Galatasarayı'nın başlı başına, ayrıca incelenmesi gerektiğini düşündüğümden, gerekse de daha fazla uzatmak istemediğimden dolayı bu yazı dizine dönüşen paylaşımı bir üçleme haline getirmeye karar verdim. Devamını bir sonraki yazım ile paylaşmak istiyorum. Vakit ayırıp da okuyanlarınıza teşekkür ederim.