Bir Galatasaraylı olarak bu sayfadaki ilk yazımın sezonu duble
ile tamamlayan takımım hakkında olmaması düşünülemezdi. Tabi ki ilk paylaşımım Galatasaray hakkında
olacak. Ancak buraya defalarca yapıldığı
gibi maç maç sezonun değerlendirildiği kronolojik bir hatırlatma yazısı
yazmayacağım. Bu ilk yazının konusu bir "şampiyonluk öyküsü"nden çok
"şampiyonun öyküsü" olacak. Sadece Galatasaray'ın bu sezon neler
kazandığını değil, aynı zamanda bu kazanımların neleri halının altına
süpürdüğünden de bahsetmeye çalışacağım. Bunu yaparken Galatasaray'ı günümüze
getiren süreci hatırlatıyor, hafızaları biraz zorluyor olacağım.
Bugün istatistik kağıdına baktığımız zaman Galatasaray
geride kalan 4 sezonun 3'ünü şampiyon olarak, birini ise 2. olarak (ama
Şampiyonlar Ligi'ne doğrudan katılma hakkı ile birlikte) tamamladı. Tabi ki bu
dönemde şike davalarına bulaşan ve çalkantılı dönemler yaşayan rakiplerin
durumu bu tabloda önemli bir etken olmuştur. Ancak yine de bu durum ortada çok
büyük bir başarı olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bunun yanında buradaki başarının asıl önemli
tarafı, deyim yerindeyse "sihri", bunu dibe vurmuş bir takımın adeta
küllerinden doğarak kazanmış olması.
Gerçekten de; rüya gibi geçen 1996-2000 sekansında üst üste
kazanılan başarılar, nihayetinde ulaşılan UEFA Kupası ve 2000'lerin başında
Lucescu ile kazanılan şampiyonluk ve Şampiyonar Ligi başarısından sonra Galatasaray
adeta bir gerileme ve ardından çöküş dönemlerine girmişti. Avrupa'da bir türlü
istikrarı tutturamamış, ligde 2005-2006
sezonunda Gerets ile son hafta gelen mucize bir şampiyonluk ve 2007-2008
sezonunda "Kalli" Feldkamp ile başlayıp son 6 hafta Cevat Güler
Hoca'nın "caretaker manager" olarak sezonu bitirdiği, Lincoln ve
Nonda dışında yabancısı olmayan bir takım ile kazanılan bir diğer mucize
şampiyonluk dışında 2.likleri bile çoğu zaman yakalayamamış bir Galatasaray
var. Aynı dönemde modern stadını tamamlamış olan Fenerbahçe rakiplerine gelir
olarak fark atarken; Ortega, Van Hooijdonk,
Alex de Souza, Anelka, Roberto Carlos gibi dünya yıldızlarını takıma kazandırırken;
Galatasaray borç içinde yüzüyor, futbolcularının ücretlerini zamanında
ödeyemiyor (hatta bu problemler sebebiyle Ribery gibi bir yıldızı avucunun
içinden bedavaya kaptırıyor), yeni stadyum için proje ve maketten bir tık daha
fazlasını yapamıyordu.
Avrupa'da ise Şampiyonlar Ligi sadece 2006-2007 sezonunda
yakalanabilmiş ancak Liverpool, PSV ve Bordeaux'nun olduğu gruptan çıkılamamış,
sonuncu olarak memlekete dönülmüştü. Bu sezondan sonra ise yeni döneme kadar
Şampiyonlar Ligi'ni de ancak televizyon başından takip edebildi sarı
kırmızılılar. Böylece zaten maddi olarak darboğazda olan kulüp, buradan
gelebilecek yüksek gelirlere de ulaşamamış ve bir çeşit kısır döngünün içine
girmiş oldu. Yani kulüp rakibinden çok daha düşük bütçeler ile bir takım
kuruyor, başarıyı yakalayamıyor, başarıyı yakalamayınca gelirlerini
arttıramıyor ve gelirlerini arttıramadığı için sonraki sezonda yeniden
rakibinden daha düşük bütçeler ile bir takım kurmak zorunda kalıyordu.
Yukarıda yazdığım mucizevi denilebilecek iki şampiyonluk
istisna olmak üzere, bu kısır döngü senelerce devam etti. Ta ki 2010-2011
sezonunda takım en dibe vurana kadar. Rijkaard'ın o arzu edilen etkiyi
yaratmasını beklediğimiz bu sezon başında kulüp adeta transfer fiyaskolarına
imza atmıştı. Mehmet Topal ve Caner Erkin gibi gelecek vadeden (ileride de
ezeli rakipte yıldızlaşacak olan) Türk oyuncularla ve Giovani Dos Santos, Jo,
Keita gibi yabancı yıldızlarla yollar apar topar ayrılmıştı. Bu oyuncuların
sorunlu olduğu algısı o dönem hakim olduğundan bu ayrılıklara aslında kimse çok
da önem vermemişti. Asıl fiyasko ise getirilen oyunculardaydı. Serdar Özkan,
Mehmet Batdal, Musa Çağıran, Çağlar Birinci ve Ali Turan gibi ikinci sınıf
oldukları bile tartışılacak Türk oyuncuların yanına Misimovic, Pino, İnsua ve Loric Cana gibi kariyerlerinde düşüşe
geçmiş ya da sakatlık problemleri olan yabancılar getirildi. Zaten sonucunda da
gerçekten her Galatasaray taraftarının unutmak istediği felaket bir sezon
yaşandı. Rijkaard gönderildi ve takımın başına efsane isim Hagi getirildi. Bu
isim ilk haftalarda bir etki yaratsa da, Misimovic'i idmanda sakız çiğnediği
için kadro dışı bırakması gibi çıkışlar takımı daha da vahim sonuçlara sürüklemişti.
Sezon başında yapılan berbat transfer harekatı yetmezmiş gibi devre arasında da
Kazım, Stancu, Culio ve Zapata kadroya katılıp sonun başlangıcı
hızlandırılmıştı. En nihayetinde, yarım
yamalak da olsa açılan yeni stadyum Türk Telekom Arena'daki ilk Fenerbahçe maçı
1-0 önde götürülürken son dakikalarda
1-2 kaybedilince ipler efsane Hagi ile de kopmuş oldu. O dönemde Abdürrahim
Albayrak maç sonunda verdiği röportajla adeta tüm Galatasaray taraftarlarının
hislerine tercüman olmuştu. Sezon yine bir caretaker manager olarak Bülent
Ünder Hoca ile tamamlandı. Ama bu kez Galatasaray lig tablosunda 8. sıradaydı.
Tüm bu yaşananları anlatmamın sebebi nostalji yaparak o
günleri yad etmek falan değil tabi ki. Bugün gelinen noktayı iyi okuyabilmek
için düşünmeye oralardan başlamamız gerektiği kanısında olduğum için anlattım.
Çünkü 2011 yılında yaşanan kırılma noktası öyle durduk yere yaşanmadı. Bunu
unutmamamız gerekiyor.
Şimdi gelelim 2011 sonrası döneme, bir başka deyişle
"yeni" Galatasaray'a...
Yaşanılan çöküş kulüpte ve camiada öylesine büyük bir etki
yaratmıştı ki; sadece yönetimin, sadece futbol takımının ya da sadece teknik
ekibin değişmesi hiç kimseyi tatmin etmeyecekti. Kurban edilecek tek bir öğe
hiç kimsenin gazını alamayacaktı. Camia sil baştan bir yapılanma istiyor adeta
bir devrim ateşi yükseliyordu. Bu denli yüksek tansiyon, camiaya unutulmayacak
ve bir çoklarına göre utanç verici bir kongre olarak geri dönmüştü. Dönemin
başkanı Adnan Polat ve yönetimi Genel Kurul'da idari açıdan ibra edilmemiş ve
neredeyse kavgaya varacak tartışmalar sonucu bir seçim kararı alınmıştı. Bu
seçim her şeyin yeniden başlayacağı bir milat olacaktı.
Yapılan bu olağanüstü genel kurul sonrasında yeni başkan
Ünal Aysal olmuştu. Aslında Ünal Aysal ismi, UEFA Kupası'nın kazanılmasından
sonraki dönemde kulübün içine düştüğü mali krizler üzerine camia içerisinde
bolca anılır olmuş ve başkan olarak "büyük" servetinden sağlayacağı
finansman ile kulübü içine düştüğü bataktan kurtaracak bir isim olduğu
senelerce kulislerde konuşulmuştu. Gerçekten de Ünal Aysal büyük bir servete ve
bunun getirdiği özgüven ile birlikte bir karizmaya sahipti. Ancak önceki
dönemlerde kulübün AIG'e satılan hisselerini geri almış fakat bu hisseleri
bağışlamayı değil, yasal faizleriyle birlikte kulübe geri satma yolunu tercih
etmişti. Nitekim başkanlığı döneminde de bu yöntemden şaşmadı. Kulübe hiçbir
zaman karşılıksız kazandırmalar yapmadı. Bu durum senelerce Ünal Aysal isminin
başkan olmasını bekleyenlerin beklentilerini boşa çıkarmış olabilir. Ama ve
lakin belki de Galatasaray için böylesi daha iyi oldu.
Bu noktada Ünal Aysal ve yönetiminin bir sağlama yaptığını
tahmin ediyorum.
ARTILAR
|
EKSİLER
|
·
Yeni ve modern bir stadyum ve oradan gelecek
loca ile vip bilet gelirleri (büyük çoğunluğu önceki yönetim tarafından
paraya çevrilmişti),
·
Kulübün o dönem bulunduğu durumdan daha kötü
bir duruma düşemeyecek olması.
"'eğer gerçekten dibe vurduysanız, işler yalnızca iyiye gidebilir" |
·
Baştan aşağı değişmesi gereken bir kadro;
gönderilmesi gereken bir çok futbolcu, yapılması gereken nokta transfer
hamleleri,
·
Takıma olan inancını ve heyecanını kaybetmiş
taraftarlar,
·
Başıboş
kalmış ve içinde soğuk rüzgarlar esen "Galatasaray'ın
yuvası" Florya,
·
Stadyum gelirlerinin büyük kısmının önceki
yönetim tarafından satılıp, paralarının harcanmış olması ve kulübün
halihazırda başka bir gelir kapısının bulunmaması,
·
Yeni bir teknik ekibe acilen ihtiyaç olması.
|
İşte yeni yönetimin buna benzer bir liste yapmış olduğunu
tahmin ediyorum o dönemlerde. Çözülmesi gereken sayısız problem varken elde
avuçta ise dişe dokunur pek bir şey bulunmuyordu.
Peki bu enkazdan nasıl oldu da gelecek yıllara damgasını
vuracak, rakiplerine fark atacak, yeniden Şampiyonlar Ligi'nin gediklisi olacak
bir takım ortaya çıkarıldı? İzlenen yöntem neydi ve bu yöntem bunca başarıyı ve
kupayı Florya'ya getirirken beraberinde aslında neler götürdü?
Yukarıda fotoğrafını çektiğimiz bu tablo gerçekten de
oldukça vahimdi. O dönem karşı karşıya kaldığımız bu fotoğraf, aklıma hep
Mustafa Kemal'in Kurtuluş Savaşı'nı başlatırken sarf ettiği o meşhur sözleri
getirmiştir.
"Başkanım takım yok? -Kurulur!
Para yok? -Bulunur!
Rakip çok?
-Yenilir!!"
Doğal olarak ilk yapılması gereken para bulmaktı. Burada pek
de anlamadığım ticari hamlelerden bahsedip yazının maksadından şaşmayacağım.
Ancak Ünal Aysal o dönemde her ne kadar kullandığı yöntem küçük yatırımcıyı zor
duruma düşürdüğü için büyük eleştirilere maruz kalsa da gerekli olan asgari
parayı bulup buluşturmuştu. Yapılan bu borsa hamlesi yatırımcıyı rahatsız etmiş
olsa da, kulübe sıcak para girişi sağlanmış ve kurulacak takım için finansman
yaratılmaya başlanmış oldu. İşin taraftarı ilgilendiren kısmı tabi ki bundan
ibaretti :) Böylece kalıcı bir çözüm olmamakla birlikte "para bulma"
aşaması bir şekilde tamamlanmış oldu. Sıra bir diğer hayati hamle olan takım
kurma aşamasına gelmişti.
İşte tam da bu noktada benim görüşüme göre Galatasaray'ı
bugünkü noktasına getiren sürecin ilk adımları yapılan çok kritik bir tercih
ile atılmış oldu. Hayır, salt olarak teknik direktör tercihinden bahsetmiyorum.
Bu aşamada adeta bir anlayış tercih edilmişti.
Söylemek istediğim şu; bu denli dibe vurmuş bir futbol
takımını tekrar zirveye çıkarmak istiyorsanız tercih edebileceğiniz iki temel
yöntem vardır. Ya çok ucuz maliyetler ile genç oyuncu transferleri yapacak,
futbol akademinize yatırım yapacaksınız ya da bir çeşit kumar oynayarak kendini
kanıtlamış, olgun ve yıldız oyuncuları transfer ederek şansın sizden yana
olmasını bekleyeceksiniz.
İlk ihtimal aslında Galatasaray için çok ideal bir çözüm
gibi duruyordu. Zaten ligi 8. bitirmiş bir takım bulunuyorken gençlerden
kurulacak yepyeni bir Galatasaray gelecek sezonları daha kötü durumda
bitiremezdi. Getirilecek bir yıldız oyuncuya verilebilecek 5 milyon € ile ise
sanıyorum eksiksiz bir futbol akademisi kurmak işten bile değildi. Böyle bir
yatırım belki ilk senelerde havaya atılmış bir para gibi algılanacak ancak
sistemli çalışmalar ile birlikte 5-6 sezon sonunda birçok yeni Arda Turan
Galatasaray' a kazandırılmış olacaktı. Bir çeşit Borussia Dortmund modeli
izlemekti yani ilk ve akla yatkın olan ihtimal. Bu seçeneğin riskli yanı ise
Türkiye'nin Almanya, Galatasaray'ın da Borussia Dortmund olmamasıdır.
Türkiye'de Galatasaray gibi bir takımsanız taraftarınızın karşısına çıkıp da
"bak kardeşim, 5 sene başarıyı unut; şu gençleri bir geliştirelim, daha
sonra başarı zaten gelir" diyemezsiniz. Hadi söylediniz diyelim, o
ihtimalde de Galatasaray taraftarı bunu kabul etmeyeceği gibi onca yatırım
yapılan gençler üzerinde oluşturulacak baskı onları geleceklerinden eder. Bu
sonuçla savaşmak için taraftarı gönül rahatlığıyla ikna edebilecek bir
yapılanma, güçlü bir yönetim ve işinin ehli bir teknik ekip gereklidir.
Nitekim, Galatasaray ve diğer kulüplerimizin de dönüp dolaşıp gelmek zorunda
kalacağı nokta bu olacaktır, olmalıdır!
Ancak başkan seçilir seçilmez yaptığı açıklama ile Ünal
Aysal, bu tercih hakkında rengini aslında daha ilk günden belli etmişti:
başarı, başarı, başarı! Evet, elbette tercih edilen yöntem ikinci yöntemdi.
Yeni yönetim bu kumarı oynayacak ve bu risk ona sportif başarıyı beraberinde
getirecekti. Avrupa'da ve Türkiye'de kendisini ispat etmiş olan oyunculara
yönelineceği açıktı. Aysal bu doğrultuda özellikle Alman ve Hollanda ekolünden
tecrübeli teknik direktörler ile görüşüyor, takımın başına böyle bir hoca
getirmek istiyordu. Ancak gerek bu isteğin çok yüksek maliyetlere gebe olması
gerekse de yönetimin ağır toplarından Ali Dürüst ve Abdürrahim Albayrak'ın
baskıları sonucunda takımın başına 3. dönemini yaşamak üzere Fatih Terim
getirildi. Bu tercihin yapıldığı ilk günlerde iki sene sonra gelinecek nokta
pek çoğumuzun aklına gelmemişti.
Yani bu zorlu sürecin ardından Ünal Aysal, Ali Dürüst, Adnan
Öztürk, Abdürrahim Albayrak, Fatih Terim gibi kulübün ağır topları adeta el ele
vermiş, herkes egolarını, kırgınlıklarını, kişisel isteklerini bir kenara
bırakmış ve Galatasaray etrafında kenetlenmişti. Peki bu kenetlenme neler getirecekti?
Neler kazandıracaktı? Ne kadar sürecekti? Herkesin içine gömdüğü duygular ne
zamana kadar orada kalacaktı?
Bu röntgen niteliğindeki yazının devamını ve yukarıdaki
soruların cevaplarını bir sonraki yazımda paylaşmayı düşünüyorum. Vaktini
ayırıp okuyanlara teşekkür ederim.
.
.
.
To be continued...
Muhteşem bir yazı olmuş .Eline aklına sağlık...
YanıtlaSilHarika bir dönem fotoğrafı çekilmiş..
Mustafa Kemal - Kurtuluş savaşı benzetmesini de çok yerinde buldum..
Devamını sabırsızlıkla bekliyorum..