24 Haziran 2015 Çarşamba

Günlerin Getirdiği

Bir Galatasaraylı olarak bu sayfadaki ilk yazımın sezonu duble ile tamamlayan takımım hakkında olmaması düşünülemezdi.  Tabi ki ilk paylaşımım Galatasaray hakkında olacak. Ancak  buraya defalarca yapıldığı gibi maç maç sezonun değerlendirildiği kronolojik bir hatırlatma yazısı yazmayacağım. Bu ilk yazının konusu bir "şampiyonluk öyküsü"nden çok "şampiyonun öyküsü" olacak. Sadece Galatasaray'ın bu sezon neler kazandığını değil, aynı zamanda bu kazanımların neleri halının altına süpürdüğünden de bahsetmeye çalışacağım. Bunu yaparken Galatasaray'ı günümüze getiren süreci hatırlatıyor, hafızaları biraz zorluyor olacağım.





Bugün istatistik kağıdına baktığımız zaman Galatasaray geride kalan 4 sezonun 3'ünü şampiyon olarak, birini ise 2. olarak (ama Şampiyonlar Ligi'ne doğrudan katılma hakkı ile birlikte) tamamladı. Tabi ki bu dönemde şike davalarına bulaşan ve çalkantılı dönemler yaşayan rakiplerin durumu bu tabloda önemli bir etken olmuştur. Ancak yine de bu durum ortada çok büyük bir başarı olduğu gerçeğini değiştirmiyor.  Bunun yanında buradaki başarının asıl önemli tarafı, deyim yerindeyse "sihri", bunu dibe vurmuş bir takımın adeta küllerinden doğarak kazanmış olması.










Gerçekten de; rüya gibi geçen 1996-2000 sekansında üst üste kazanılan başarılar, nihayetinde ulaşılan UEFA Kupası ve 2000'lerin başında Lucescu ile kazanılan şampiyonluk ve Şampiyonar Ligi başarısından sonra Galatasaray adeta bir gerileme ve ardından çöküş dönemlerine girmişti. Avrupa'da bir türlü istikrarı tutturamamış,  ligde 2005-2006 sezonunda Gerets ile son hafta gelen mucize bir şampiyonluk ve 2007-2008 sezonunda "Kalli" Feldkamp ile başlayıp son 6 hafta Cevat Güler Hoca'nın "caretaker manager" olarak sezonu bitirdiği, Lincoln ve Nonda dışında yabancısı olmayan bir takım ile kazanılan bir diğer mucize şampiyonluk dışında 2.likleri bile çoğu zaman yakalayamamış bir Galatasaray var. Aynı dönemde modern stadını tamamlamış olan Fenerbahçe rakiplerine gelir olarak fark atarken;  Ortega, Van Hooijdonk, Alex de Souza, Anelka, Roberto Carlos gibi dünya yıldızlarını takıma kazandırırken; Galatasaray borç içinde yüzüyor, futbolcularının ücretlerini zamanında ödeyemiyor (hatta bu problemler sebebiyle Ribery gibi bir yıldızı avucunun içinden bedavaya kaptırıyor), yeni stadyum için proje ve maketten bir tık daha fazlasını yapamıyordu.




Avrupa'da ise Şampiyonlar Ligi sadece 2006-2007 sezonunda yakalanabilmiş ancak Liverpool, PSV ve Bordeaux'nun olduğu gruptan çıkılamamış, sonuncu olarak memlekete dönülmüştü. Bu sezondan sonra ise yeni döneme kadar Şampiyonlar Ligi'ni de ancak televizyon başından takip edebildi sarı kırmızılılar. Böylece zaten maddi olarak darboğazda olan kulüp, buradan gelebilecek yüksek gelirlere de ulaşamamış ve bir çeşit kısır döngünün içine girmiş oldu. Yani kulüp rakibinden çok daha düşük bütçeler ile bir takım kuruyor, başarıyı yakalayamıyor, başarıyı yakalamayınca gelirlerini arttıramıyor ve gelirlerini arttıramadığı için sonraki sezonda yeniden rakibinden daha düşük bütçeler ile bir takım kurmak zorunda kalıyordu.









Yukarıda yazdığım mucizevi denilebilecek iki şampiyonluk istisna olmak üzere, bu kısır döngü senelerce devam etti. Ta ki 2010-2011 sezonunda takım en dibe vurana kadar. Rijkaard'ın o arzu edilen etkiyi yaratmasını beklediğimiz bu sezon başında kulüp adeta transfer fiyaskolarına imza atmıştı. Mehmet Topal ve Caner Erkin gibi gelecek vadeden (ileride de ezeli rakipte yıldızlaşacak olan) Türk oyuncularla ve Giovani Dos Santos, Jo, Keita gibi yabancı yıldızlarla yollar apar topar ayrılmıştı. Bu oyuncuların sorunlu olduğu algısı o dönem hakim olduğundan bu ayrılıklara aslında kimse çok da önem vermemişti. Asıl fiyasko ise getirilen oyunculardaydı. Serdar Özkan, Mehmet Batdal, Musa Çağıran, Çağlar Birinci ve Ali Turan gibi ikinci sınıf oldukları bile tartışılacak Türk oyuncuların yanına Misimovic, Pino, İnsua  ve Loric Cana gibi kariyerlerinde düşüşe geçmiş ya da sakatlık problemleri olan yabancılar getirildi. Zaten sonucunda da gerçekten her Galatasaray taraftarının unutmak istediği felaket bir sezon yaşandı. Rijkaard gönderildi ve takımın başına efsane isim Hagi getirildi. Bu isim ilk haftalarda bir etki yaratsa da, Misimovic'i idmanda sakız çiğnediği için kadro dışı bırakması gibi çıkışlar takımı daha da vahim sonuçlara sürüklemişti. Sezon başında yapılan berbat transfer harekatı yetmezmiş gibi devre arasında da Kazım, Stancu, Culio ve Zapata kadroya katılıp sonun başlangıcı hızlandırılmıştı. En nihayetinde,  yarım yamalak da olsa açılan yeni stadyum Türk Telekom Arena'daki ilk Fenerbahçe maçı  1-0 önde götürülürken son dakikalarda 1-2 kaybedilince ipler efsane Hagi ile de kopmuş oldu. O dönemde Abdürrahim Albayrak maç sonunda verdiği röportajla adeta tüm Galatasaray taraftarlarının hislerine tercüman olmuştu. Sezon yine bir caretaker manager olarak Bülent Ünder Hoca ile tamamlandı. Ama bu kez Galatasaray lig tablosunda 8. sıradaydı.









Tüm bu yaşananları anlatmamın sebebi nostalji yaparak o günleri yad etmek falan değil tabi ki. Bugün gelinen noktayı iyi okuyabilmek için düşünmeye oralardan başlamamız gerektiği kanısında olduğum için anlattım. Çünkü 2011 yılında yaşanan kırılma noktası öyle durduk yere yaşanmadı. Bunu unutmamamız gerekiyor.




Şimdi gelelim 2011 sonrası döneme, bir başka deyişle "yeni" Galatasaray'a...




Yaşanılan çöküş kulüpte ve camiada öylesine büyük bir etki yaratmıştı ki; sadece yönetimin, sadece futbol takımının ya da sadece teknik ekibin değişmesi hiç kimseyi tatmin etmeyecekti. Kurban edilecek tek bir öğe hiç kimsenin gazını alamayacaktı. Camia sil baştan bir yapılanma istiyor adeta bir devrim ateşi yükseliyordu. Bu denli yüksek tansiyon, camiaya unutulmayacak ve bir çoklarına göre utanç verici bir kongre olarak geri dönmüştü. Dönemin başkanı Adnan Polat ve yönetimi Genel Kurul'da idari açıdan ibra edilmemiş ve neredeyse kavgaya varacak tartışmalar sonucu bir seçim kararı alınmıştı. Bu seçim her şeyin yeniden başlayacağı bir milat olacaktı.





Yapılan bu olağanüstü genel kurul sonrasında yeni başkan Ünal Aysal olmuştu. Aslında Ünal Aysal ismi, UEFA Kupası'nın kazanılmasından sonraki dönemde kulübün içine düştüğü mali krizler üzerine camia içerisinde bolca anılır olmuş ve başkan olarak "büyük" servetinden sağlayacağı finansman ile kulübü içine düştüğü bataktan kurtaracak bir isim olduğu senelerce kulislerde konuşulmuştu. Gerçekten de Ünal Aysal büyük bir servete ve bunun getirdiği özgüven ile birlikte bir karizmaya sahipti. Ancak önceki dönemlerde kulübün AIG'e satılan hisselerini geri almış fakat bu hisseleri bağışlamayı değil, yasal faizleriyle birlikte kulübe geri satma yolunu tercih etmişti. Nitekim başkanlığı döneminde de bu yöntemden şaşmadı. Kulübe hiçbir zaman karşılıksız kazandırmalar yapmadı. Bu durum senelerce Ünal Aysal isminin başkan olmasını bekleyenlerin beklentilerini boşa çıkarmış olabilir. Ama ve lakin belki de Galatasaray için böylesi daha iyi oldu.










Bu noktada Ünal Aysal ve yönetiminin bir sağlama yaptığını tahmin ediyorum.

ARTILAR
EKSİLER
·         Yeni ve modern bir stadyum ve oradan gelecek loca ile vip bilet gelirleri (büyük çoğunluğu önceki yönetim tarafından paraya çevrilmişti),
·         Kulübün o dönem bulunduğu durumdan daha kötü bir duruma düşemeyecek olması.
"'eğer gerçekten dibe vurduysanız, işler yalnızca iyiye gidebilir"
·         Baştan aşağı değişmesi gereken bir kadro; gönderilmesi gereken bir çok futbolcu, yapılması gereken nokta transfer hamleleri,
·         Takıma olan inancını ve heyecanını kaybetmiş taraftarlar,
·         Başıboş  kalmış ve içinde soğuk rüzgarlar esen "Galatasaray'ın yuvası" Florya,
·         Stadyum gelirlerinin büyük kısmının önceki yönetim tarafından satılıp, paralarının harcanmış olması ve kulübün halihazırda başka bir gelir kapısının bulunmaması,
·         Yeni bir teknik ekibe acilen ihtiyaç olması.





İşte yeni yönetimin buna benzer bir liste yapmış olduğunu tahmin ediyorum o dönemlerde. Çözülmesi gereken sayısız problem varken elde avuçta ise dişe dokunur pek bir şey bulunmuyordu.





Peki bu enkazdan nasıl oldu da gelecek yıllara damgasını vuracak, rakiplerine fark atacak, yeniden Şampiyonlar Ligi'nin gediklisi olacak bir takım ortaya çıkarıldı? İzlenen yöntem neydi ve bu yöntem bunca başarıyı ve kupayı Florya'ya getirirken beraberinde aslında neler götürdü?





Yukarıda fotoğrafını çektiğimiz bu tablo gerçekten de oldukça vahimdi. O dönem karşı karşıya kaldığımız bu fotoğraf, aklıma hep Mustafa Kemal'in Kurtuluş Savaşı'nı başlatırken sarf ettiği o meşhur sözleri getirmiştir.
"Başkanım takım yok? -Kurulur!
 Para yok? -Bulunur!
 Rakip çok? -Yenilir!!"





Doğal olarak ilk yapılması gereken para bulmaktı. Burada pek de anlamadığım ticari hamlelerden bahsedip yazının maksadından şaşmayacağım. Ancak Ünal Aysal o dönemde her ne kadar kullandığı yöntem küçük yatırımcıyı zor duruma düşürdüğü için büyük eleştirilere maruz kalsa da gerekli olan asgari parayı bulup buluşturmuştu. Yapılan bu borsa hamlesi yatırımcıyı rahatsız etmiş olsa da, kulübe sıcak para girişi sağlanmış ve kurulacak takım için finansman yaratılmaya başlanmış oldu. İşin taraftarı ilgilendiren kısmı tabi ki bundan ibaretti :) Böylece kalıcı bir çözüm olmamakla birlikte "para bulma" aşaması bir şekilde tamamlanmış oldu. Sıra bir diğer hayati hamle olan takım kurma aşamasına gelmişti.





İşte tam da bu noktada benim görüşüme göre Galatasaray'ı bugünkü noktasına getiren sürecin ilk adımları yapılan çok kritik bir tercih ile atılmış oldu. Hayır, salt olarak teknik direktör tercihinden bahsetmiyorum. Bu aşamada adeta bir anlayış tercih edilmişti.




Söylemek istediğim şu; bu denli dibe vurmuş bir futbol takımını tekrar zirveye çıkarmak istiyorsanız tercih edebileceğiniz iki temel yöntem vardır. Ya çok ucuz maliyetler ile genç oyuncu transferleri yapacak, futbol akademinize yatırım yapacaksınız ya da bir çeşit kumar oynayarak kendini kanıtlamış, olgun ve yıldız oyuncuları transfer ederek şansın sizden yana olmasını bekleyeceksiniz.




İlk ihtimal aslında Galatasaray için çok ideal bir çözüm gibi duruyordu. Zaten ligi 8. bitirmiş bir takım bulunuyorken gençlerden kurulacak yepyeni bir Galatasaray gelecek sezonları daha kötü durumda bitiremezdi. Getirilecek bir yıldız oyuncuya verilebilecek 5 milyon € ile ise sanıyorum eksiksiz bir futbol akademisi kurmak işten bile değildi. Böyle bir yatırım belki ilk senelerde havaya atılmış bir para gibi algılanacak ancak sistemli çalışmalar ile birlikte 5-6 sezon sonunda birçok yeni Arda Turan Galatasaray' a kazandırılmış olacaktı. Bir çeşit Borussia Dortmund modeli izlemekti yani ilk ve akla yatkın olan ihtimal. Bu seçeneğin riskli yanı ise Türkiye'nin Almanya, Galatasaray'ın da Borussia Dortmund olmamasıdır. Türkiye'de Galatasaray gibi bir takımsanız taraftarınızın karşısına çıkıp da "bak kardeşim, 5 sene başarıyı unut; şu gençleri bir geliştirelim, daha sonra başarı zaten gelir" diyemezsiniz. Hadi söylediniz diyelim, o ihtimalde de Galatasaray taraftarı bunu kabul etmeyeceği gibi onca yatırım yapılan gençler üzerinde oluşturulacak baskı onları geleceklerinden eder. Bu sonuçla savaşmak için taraftarı gönül rahatlığıyla ikna edebilecek bir yapılanma, güçlü bir yönetim ve işinin ehli bir teknik ekip gereklidir. Nitekim, Galatasaray ve diğer kulüplerimizin de dönüp dolaşıp gelmek zorunda kalacağı nokta bu olacaktır, olmalıdır!










Ancak başkan seçilir seçilmez yaptığı açıklama ile Ünal Aysal, bu tercih hakkında rengini aslında daha ilk günden belli etmişti: başarı, başarı, başarı! Evet, elbette tercih edilen yöntem ikinci yöntemdi. Yeni yönetim bu kumarı oynayacak ve bu risk ona sportif başarıyı beraberinde getirecekti. Avrupa'da ve Türkiye'de kendisini ispat etmiş olan oyunculara yönelineceği açıktı. Aysal bu doğrultuda özellikle Alman ve Hollanda ekolünden tecrübeli teknik direktörler ile görüşüyor, takımın başına böyle bir hoca getirmek istiyordu. Ancak gerek bu isteğin çok yüksek maliyetlere gebe olması gerekse de yönetimin ağır toplarından Ali Dürüst ve Abdürrahim Albayrak'ın baskıları sonucunda takımın başına 3. dönemini yaşamak üzere Fatih Terim getirildi. Bu tercihin yapıldığı ilk günlerde iki sene sonra gelinecek nokta pek çoğumuzun aklına gelmemişti.





Yani bu zorlu sürecin ardından Ünal Aysal, Ali Dürüst, Adnan Öztürk, Abdürrahim Albayrak, Fatih Terim gibi kulübün ağır topları adeta el ele vermiş, herkes egolarını, kırgınlıklarını, kişisel isteklerini bir kenara bırakmış ve Galatasaray etrafında kenetlenmişti. Peki bu kenetlenme neler getirecekti? Neler kazandıracaktı? Ne kadar sürecekti? Herkesin içine gömdüğü duygular ne zamana kadar orada kalacaktı?





Bu röntgen niteliğindeki yazının devamını ve yukarıdaki soruların cevaplarını bir sonraki yazımda paylaşmayı düşünüyorum. Vaktini ayırıp okuyanlara teşekkür ederim.





.
.
.





To be continued...

1 yorum:

  1. Muhteşem bir yazı olmuş .Eline aklına sağlık...
    Harika bir dönem fotoğrafı çekilmiş..
    Mustafa Kemal - Kurtuluş savaşı benzetmesini de çok yerinde buldum..
    Devamını sabırsızlıkla bekliyorum..

    YanıtlaSil