30 Temmuz 2015 Perşembe

Yeni Fenerbahçe

Önceki sezonu son haftalarda havlu atarak tamamladıktan sonra büyük bir kabuk değiştirme operasyonu geçirildi. Adeta bambaşka bir takım ortaya çıktı bu transfer harekatının sonucunda. Şimdi önce transferleri sonra da yaz hazırlık maçlarındaki performanslarını değerlendirmek istiyorum.



Gidenler:  Selçuk Şahin, Pierre Webo, Egemen Korkmaz, Emmanuel Emenike, Emre Belözoğlu, Bekir İrtegün, Mert Günok, Dirk Kuyt.

Gelenler:  Robin van Persie, Nani, Josef de Souza, Fabiano Ribeiro, Abdoulaye Ba, Fernandao, Şener Özbayraklı,  Simon Kjaer.     



İsim isim bakıldığında ligin yerel ya da artık yerelleşmiş "kaşar" oyuncularıyla yollar ayrılarak, yerlerine profilleri dünya çapında olan isimler getirildi. Peki bu oyuncular isimleri kadar etki yapabilecek mi?



Herkesin aklındaki soru işareti bu olsa gerek. Öncelikle kale bölgesinde Fabiano transferi Volkan'ı motive etmeye yönelik bir hamle gibi duruyor. Bu hamle şu ana dek başarılı da oldu; Volkan'ı zayıflamış ve çok çalışkan gördük.

Sağ bekte sezon içinde çok kez sakatlık problemi yaşayan Gökhan ile yarışabilecek yegane Türk olan Şener geldi. Bu da çok olumlu bir transfer olarak karşımızda duruyor.

Stoper bölgesinde ise Fenerbahçe'nin yeni rotasyonu Kjaer, Alves, Ba ve Kadlec'ten kuruldu. Bana kalırsa bu bölgenin planlamasında bir hata yapıldı. Kjaer ve Alves kule stoper olarak tabir edebileceğimiz, ayaklarına da nispeten hakim olan ancak geniş alanda büyük problem yaşayan birbirine çok benzer iki stoper. Günümüz futbolunda yan yana iki kule oynatan Avrupa takımı ise yok denecek kadar az. Bu iki ismi birbirinin alternatifi olarak da düşünemeyiz çünkü bu kez diğer stoper Kadlec veya Ba'dan biri olmalı. Ancak bu iki oyuncu da kalite olarak diğer ikiliden çok geride olduğu kadar, oynadıklarında Kjaer ve Alves'in açıklarını kapatabilecek özellikte değiller. Bu stoper rotasyonunun Avrupa'da ve ligin sıkı deplasmanlarında Fenerbahçe'ye sıkıntı yaşatması çok olası gözüküyor.

Sol bek rotasyonunda geçtiğimiz sezondan değişen bir şey yok. Bana kalırsa Caner ve Hasan Ali zaten bu bölge için yeterli ve doğru bir ikili.

Orta sahanın ortası ise Fenerbahçe'nin doğru planlayamadığı en önemli bölge olarak karşımıza çıkıyor. Bu bölgedeki oyuncular Topal, Meireles, Josef de Souza, Alper, Holmen ve Uygar. Bu rotasyonda Topal'ın yeri kesin gibi. Ancak Pereira onun yanında oynatacağı isim ya da isimleri belirlerken sıkıntı yaşayacak. Çünkü bu kalan isimler ya yetersiz ya da tek yönlü oyuncular. Çift yönlü diyebileceğimiz tek isim Meireles olarak gözüküyor ancak onun da sakatlık ve istikrar problemleri herkesin malumu. Nitekim onun bu sezonda göstereceği performans Fenerbahçe'nin de ligde ve Avrupa'daki yeri adına belirleyici olacaktır. Josef de Souza 8m€ gibi ekstra bir bonservis ile getirildi. Ancak görünen o ki o da Fenerbahçe'nin bu yarasına merhem olabilecek özellikte bir isim değil. Oyun görüşü ve top kesme becerisi olarak  iyi sinyaller verse de daha çok Mehmet Topal'a alternatif olma konusunda katkı verebileceğini düşünüyorum. Alper pozisyon bilgisi konusunda yaşadığı zafiyetler sebebiyle zaten iki sezondur Fenerbahçe'de, buraya transfer yapmasını sağlayan göbek bölgesinde değil kanat bölgesinde kullanılıyor. Bu durum bu sezonda da sürecektir diye düşünüyorum, Alper sol açık bölgesindeki rotasyona dahil olur. Holmen zaten yetersiz görünüyor ve gönderilecektir. Uygar ise hazırlık maçlarında iki yönlü oyunuyla ümit verdi ancak tabi ki oldukça yetersiz. O da muhtemelen kiralanacaktır. Yani bakıldığında Fenerbahçe'nin en önemli problemi burada. Eğer buraya bir transfer gerçekleşmezse bu bölgenin Fener'in başına iş açacağı da gün gibi ortada.

Kanat rotasyonunda, asıl mevkisi kanat olan isimler sadece Nani, Stoch ve Krasic. Ancak Sow, Alper, Mehmet Topuz ve hatta Diego isimleri kanat bölgesinde kullanıldı. Burada da bir kafa karışıklığı olduğu kesin. Krasic zaten gidecektir. Stoch'un da kalabilecek, kalsa bile katkı verebilecek bir durumda olmadığı gözüküyor. Yani bu pozisyonda da bir transfer ihtiyacı açıkça gözüküyor. Nani sağ kanatta formasını kaptırmayacaktır. Ancak orta alandaki sıkıntı da düşünülürse, diğer kanada orta saha özellikleri de olan bir kanat oyuncusu şart gibi duruyor. Şimdilik en büyük alternatif Alper Potuk.

Forvet pozisyonu Fenerbahçe'nin en zengin ve bence fark yaratacak bölgesi. Robin van Persie zaten sadece ismiyle bile rakiplere korku salıyor. Ancak o bile formasını kaptırmamak için çok çalışmak zorunda çünkü onun hemen arkasında bekleyen isim, ligimizin son gol kralı Fernandao olacak. Hatta Moussa Sow da (eğer gitmezse) asıl mevkisi olan bu bölgede sürpriz bir alternatif olarak karşımıza çıkabilir. Fenerbahçe bu bölgede gerçekten rakiplerine kıyasla çok güçlü.




Bu doğrultuda, oynanan hazırlık maçları ve nihayetindeki Shakthar maçında izlediğimiz performanslar beni yanıltmadı. Pereira, Sow ve Fernandao'yu olabildiğince bir arada kullanmaya çalıştı. Yani elindeki güçlü kartın hangisi olduğunun farkında. Ancak onun için de sürpriz olan bana kalırsa Diego'nun performansı oldu. Belki de kafasındaki planların değişmesine sebep olacak Diego. Pereira adeta ona bir yer arıyor. Forvet arkasında (yani en verimli olduğu yerde) oynattığı zaman, etrafındaki oyuncular ile bağlantı problemleri yaşıyor. Sol açıkta da denedi onu Hoca ancak tabi ki Diego git-gel yapabilecek bir oyuncu değil. Bunun dışında da stoperler ile kale ve stoperler ile orta saha arasında anlaşmazlıklar çok kez yaşandı. Bu uyumsuz tipte oyuncuların bir arada oynamasından kaynaklanıyor olsa da oyuncular birlikte oynamaya alışacaktır. Böylece bu problemler nispeten azalabilir. 




Tüm bu değerlendirmenin sonunda baktığımızda, Fenerbahçe'nin bazı bölgeleri çok güçlü alternatiflerle oldukça hazır ve korkutucu gözüküyor. Ancak bir o kadar da eksik ve adeta sıfır alternatife sahip olunan bölgeler mevcut. Bu sebeple özellikle ligin ilk haftalarında takım dengesini kurabilmenin Pereira adına çok zor olacağını düşünüyorum. Portekizli Hoca eğer eksikliklerinin farkında ve  bu eksiklerini hep birlikte kapatan bir takım oluşturabilirse bu sezon çok etkili bir Fenerbahçe izleyeceğimiz kesin. Ancak bu sistemi kurmanın ne denli zor olduğu da ortada. Bakalım Pereira bu Yeni Fenerbahçe'yi gerçek bir takım yapabilecek mi?



Shakthar ile deplasmanda oynanacak maç için konuşacak olursak, Fenerbahçe'nin İstanbul'da başladığı 11 ile başlaması bana kalırsa kendi ayağına sıkmak olacaktır. İlk maçta hücum hattında kullanılan Diego-Nani-Sow-Fernandao dörtlüsünden birini yanında oturtmalı Pereira. Çünkü bu dört oyuncu da savunma katkısı veremeyen isimler. Eğer Ukrayna'da bir Shakthar maçı oynayacaksanız bu almak istemeyeceğiniz bir risktir. Burada öncelikli planın savunmada sağlam durarak gol yememek ve baskıyı her geçen dakika rakibe daha fazla hissettirmek suretiyle onları hataya zorlamak olması gerektiğini düşünüyorum. Eğer bana sorarsanız benim yanımda oturtacağım oyuncu Sow olurdu. Sol kanatta Hasan Ali-Caner ikilisi arkalı önlü değerlendirilerek, Diego forvet arkası pozisyonunda oyunu açma görevini üstlenir ve Nani'ye bire bir oynayacak bir çok pozisyon yaratılmış olur. Fernandao ise takımın baskı yediği dakikalarda rakip savunmayı hırpalayıp top tutacak ve takıma nefes aldıracaktır.




Not: Benzer değerlendirme yazılarını Galatasaray, Beşiktaş ve diğer bazı takımlar için de yazacağım. İlk önce Fenerbahçe'yi yazmamın sebebi takımını en erken tamamlayan ve ilk resmi maçına en erken çıkan ekip olmasından kaynaklanıyor.

15 Temmuz 2015 Çarşamba

Algı Yönetmek

Herkesin şampiyonluktan da kupadan da umudunu kestiği bir yılda, sezonu iki kupa ile kapamış bir Galatasaray’ın önündeki yaz mevsimini nasıl bir ruh haliyle geçirmesini beklerdiniz? Normal şartlar altında mutlu, coşkulu, umutlu! Ancak öyle mi oldu? Tabi ki hayır :) Peki daha 1 ay önce iki kupanın coşkusunu yaşayan yönetim ile teknik direktörün bu kadar kısa zamanda, taraftarlar nezdinde şimdiden kredisini tüketmiş olmasının sebebi ne olabilir?


Bana sorarsanız, salim kafa ile düşünüldüğünde ortada bunca yaygarayı koparacak net bir sebep yok. Fakat ayrıntıları hesaba kattığımızda yapılan idari acemiliklerin camiayı bir ayda bu hale getirdiğini görüyoruz. Kendimce bu, bardağı damla damla taşıran sebepleri sıraladım.

  • Fazlasıyla açıklama yapan, yaptıkça çelişen idareciler.


Bu idarecilerden kastım aslında genel olarak üç kişiden ibaret: Başkan Dursun Özbek, Futbolun Patronu Cüneyt Tanman ve Teknik Patron Hamza Hamzaoğlu. Bu üç isim de özellikle kupaların alınmasının ardından adeta her buldukları mikrofona yapışarak birçok açıklama yapıyorlar. Bu kadar fazla açıklama yapınca da, karşılaştıkları sorular karşısında dönem dönem çelişkiye düşmeleri kaçınılmaz oluyor.


Bir takımın mali durumu aslına bakarsanız taraftarı pek de ilgilendirmez. İlgilendirmemelidir de zaten. Ancak bununla ilgilenmek ve bunu hesaba katmak durumunda olan yöneticiler, kulübün mali sıkıntılarını taraftarın beklentileriyle ortak bir yola sokmak zorundadır. Yani, başkan kulübün maddi sıkıntılarını en yakından bilen ve önündeki transfer planlamasını da buna göre dizayn etmesi gereken bir numaralı yetkili. Ancak şampiyonluk kutlamasının yapıldığı gece çıkıp da Ibrahimoviç’in transferi hakkında demeçler verebiliyor! Yahu aklı çalışan bir insan senelik kazancı 15m€’ya ulaşan bir oyuncuyu Galatasaray’a getiremeyeceğini bilir. En fazla da kulübün başkanı bunu bilir. Ama çıkıp böyle bir açıklama yaparak taraftarın beklentilerini durduk yere akıl almayacak seviyelere çekiyor.  Bundan birkaç hafta sonra da Cüneyt Tanman böyle maliyetli transferlerin yapılamayacağını açıklamaya çalışıyor. “E daha iki hafta önce Ibra geliyordu?!” diye sormazlar mı adama? Bunun üzerine ezeli rakip yıldız transferleri patlatınca başkan tekrar çıkıyor, tekrar yıldızların müjdesini veriyor, hem de tarih vererek! Tarih geliyor geçiyor tabi. Doğal olarak “hani yıldızlar?” diye sorulunca Tanman yine hatırlatıyor: maliyetler çok yüksek. Haydaaaa!!! İyi polis, kötü polis oyununu oynamak insanları yönlendirmek için aslında fena bir yöntem değildir. Bizimkiler sanırım bunun peşinde ama bu konuda öyle beceriksizler ki, ellerine yüzlerine bulaştırdılar. Hala da bu seri ve çelişkili demeçler basına verilmeye devam ediyor.

  • Galatasaray’ın evlatları!

Önceki yıllarda, yerli oyunculara uçuk kontratlar yapıldı. Ucube yabancı kısıtlaması kuralı, bu kontratların eleştirilmesinin önündeki duvar oluyordu. Ancak bu sene bu ucube kuraldan kurtulduk. Tam artık ücretler doğal seviyelerine düşecek derken, sözleşmesi uzatılan Sabri’ye %50’den fazla zam yapıldığını öğrendik! Sabri’nin, geçirdiği iyi sezondan sonra takımda kalmasından doğal bir şey olamaz. Normal bir ücretle imzalaması da eleştiri değil, övgü alır. Ama sen gidip 32 yaşındaki Sabri’ye 1.8m€ garanti para üzerinden yeni sözleşme yaparsan, taraftar da seni sonuna kadar eleştirir! Sebebini sorgulamak da en doğal hakkıdır! Neden? Çünkü, Galatasaray’ın evladı! Bu açıklamalar camia ile dalga geçmektir, başka bir şey değil. Kimse Sabri bedavaya oynasın demiyor zaten, hak ettiği, bir Avrupa ekibinden alacağı yıllık ücret ne ise onu alsın, kimse gık demeyecek ki. Siz bu zammı yaptığınız zaman, Tanman'ın "Maxi Pereira, Sabri'den çok da iyi bir oyuncu değil." şeklindeki açıklaması taraftara batar! Halbuki 2-3 milyon Avro imza parası ve yıllık en az 2,5m€'luk sabit ücrete mal olacaktır 31 yaşındaki Maxi. Tabi ki Sabri'den üst seviyede, bir Şampiyonlar Ligi oyuncusudur ancak gerçekten de (UEFA yakamızdayken) bunca büyük meblağları bu oyuncuya feda etmek pek de akıl karı değildir.

Benzer mevzu Aydın için de geçerli. Son 10 sezonda toplam bir sezonluk maç oynamamış torpilli evlat Aydın’ın en sonunda sözleşmesi bitiyor derken; Hamza Hoca garip bir açıklama yapıyor. “Aydın ile sözleşme uzatıp, kiralık göndererek faydalanacağız.” Nasıl yani?! Sözleşme uzatacağız, kiralık olarak gidecek, müthiş bir sezon geçirecek, Avrupa’nın devleri peşine düşecek ve biz de bonservisinden gelir mi elde edeceğiz? Gerçekten müthiş plan :) Hamza Hoca hiç de gereği yokken bu açıklamayı yapmasa, ortada mesele olmayacak. Ama çıkıyor bu saçma demeci veriyor. Sonrasında büyük bir tepki tabi ki. Sabri ile kızgın olan taraftar, Aydın ile iyice kabarınca geri adım atmak durumunda kalıyor idarecilerimiz. Aydın serbest kalıyor.

  •  Yanlış zaman yanlış insan transferleri

Galatasaray'ın şu ana kadar sonuçlandırdığı dört adet transfer var: Bilal Kısa, Lukas Podolski, Jem Paul Karacan ve Lionel Carole. Podolski'yi bir tarafa bıraktığımızda, diğer üç isim de Galatasaray'ın zaten dolu olan bölgelerine yapılan transferler. Baktığınız zaman şu anda Galatasaray ilk on birinin transfere ihtiyaç duyan bölgeleri öncelikle bir sağ bek, bir sağ açık ve bir forvet. Melo'nun durumuna bağlı olarak da bir orta saha oyuncusu. Ancak bu orta saha bölgesi transfere ihtiyaç olmasına rağmen takımın oyuncu yoğunluğu en yüksek pozisyonu. Halihazırda kontratı devam eden 8 futbolcusu var takımın bu bölgede (Selçuk, Melo, Hamit, Yekta, Dzemaili, Furkan Özçal, Umut Gündoğan ve Oğuzhan Kayar). Bunun dışında alt yapıdan yükselmesi beklenen Birhan Vatansever ve zaman zaman bu bölgede kullanılan Emre Çolak'ı da dahil edebiliriz. İsimlere baktığımız zaman bu 8 oyuncudan Selçuk ve Hamit haricindekilerin önümüzdeki günlerde takımdan ayrılması kuvvetle muhtemel. Yani aslında Bilal ve Jem, bu oyuncular ayrıldıktan sonra, takım için ileride önemli alternatifler haline gelebilir. Ayrıca kamuoyundaki algının aksine düşük bedellerle kontrat yapılan oyuncular. Ancak bu transferler öyle yanlış zamanlamayla açıklanıyor ki, taraftar da doğal olarak eleştiri yağmuruna tutuyor. Belki bu oyuncular vereceği katkıyı da bu sebeple veremeyecekler. Oysa ki bu transferler 6 oyuncu ayrıldıktan sonra  yapılsa; bedelsiz olmaları ve alt sınırdaki maaşlarıyla takdir bile toplayacaktı! Zaten Hamza Hoca'nın Dzemaili ve Yekta dışındakileri kampa götürmesinin de gösterişten başka bir şey olduğunu düşünmüyorum. Önümüzdeki sezon Umut Gündoğan ya da Furkan'ın bu kadroda olmayacağı aşikar.

  •  Yapılamayan transferler

İşte zaten kalabalık olan bölgeye iki transfer yapılmasına rağmen, acil ihtiyaç bölgelerinde tık olmaması tepkinin önemli sebeplerinden. Geçen yıl Şampiyonlar Ligi'nde ağır şekilde eksikliğini hissettiğimiz sağ bek, sağ açık ve orta saha hamleleri ise henüz yapılabilmiş değil. Yönetim bu konuda takviyelerin yapılacağına taraftarı ikna edebilmiş de değil! Çünkü yine Hamzaoğlu ve Tanman çıkıp sağ bek için de orta saha için de kadronun içinden çözümler üretmeyi düşündüklerine dair açıklamalar yapıyor. Melo kadroda tutulsa dahi, o bölgeye iyi bir isim gerektiği ortadayken, Melo'nun ayrılması ihtimalinde bile o pozisyona çözümün kadro içinden bulunabileceği düşüncesi, tabi ki taraftarı korkutuyor. Bu da büyük bir tepkiye yol açıyor.

  •  İsmi geçen oyuncular

Bu eksik noktalarda, Şampiyonlar Ligi'nde başarı isteyen taraftarlar tabi ki yüksek profilli isimler duymak istiyor. Ancak Oumar Niasse, Güray Vural, Sigþórsson gibi büyük takım tecrübesi olmayan oyuncuların, idareciler tarafından resmen transfer hedefi olarak açıklanması yıldız isteyen taraftarın umutlarını kırıyor, sabrını taşırıyor. Gerçekten de Türk taraftarının sabrı fena halde çabuk taşar. Umarım yönetim ve hoca bu gerçekle yüzleşmek zorunda kalmadan durumun farkına varır.


  •     Fenerbahçe'nin transfer atağı

İçeride bunlar yaşanırken, Boğaz'ın karşı kıyısında çok büyük bir kabuk değiştirme operasyonuna giden rakibiniz duruyor. 10'a yakın yaşlı oyuncusu ile yolları ayırmış, yerlerine daha genç ve iyilerini getirmiş. Bu oyuncular arasında Nani ve Van Persie gibi top class oyuncular da olunca, toplum algısı tabi ki Fenerbahçe lehine değişiyor. İki kupa, dört yıldıza rağmen, Galatasaray gölgede kalarak eleştiri yağmuruna tutuluyor. 
Fenerbahçe'nin yaptığı onca transferde, verdiği ücretleri açıklamaması da bence kritik bir nokta. Galatasaray da Fenerbahçe de birer anonim şirket. Galatasaray taahhüt ettiği tüm ücretleri kuruşu kuruşuna açıklarken, bu sebeple büyük tepkilerle karşılaşıyor. Fenerbahçe ise oldukça pahalı oyuncuları Türkiye'ye getirip, bunu hangi rakamlarla başardığını kamuoyundan saklı tutuyor. 
Burada Fenerbahçe'nin yöntemini algı yönetimi açısından çok doğru buluyorum. Ancak bu gizliliğin nasıl bir yaptırımı olduğunu da merak ediyorum. Çünkü Galatasaray bu maliyetleri kamuoyuna açıklayarak çoğu zaman kendi ayağına kurşun sıkıyor.



İşte bu temel sebepler bugün Galatasaray yönetimi ve teknik direktörünü daha sezonun başlamasına bir ay kala oldukça yıprattı. Bu süreçte Galatasaraylı idarecilerin transfer bitirmek konusunda olduğu kadar, algı yönetmek konusunda da beceriksiz olduğu ortada. Oysa ki bu süreç daha sakin ve akıllı bir şekilde yönetilmiş olsaydı, Ağustos sonunda yapılması muhtemel takviyeler sonucunda oluşacak kadroda; Sabri de, Carole da, Bilal de, Jem de taraftarın olumlu bir gözle baktığı transferler haline gelebilirdi. Şimdi ise en az iki büyük transfer yapmadığı takdirde bu idarecilerin taraftarların çoğunluğuyla barışmasını çok zor bir ihtimal olarak görüyorum. Daha önce de yazdığım gibi Galatasaray taraftarı için asıl zor ve önemli olan, dipteki bir takıma, kaybedecek hiçbir şey yokken gelen teknik direktöre güvenmek değildir; Türkiye'de sezonu double yaparak bitirmiş hocaya güvenmektir. Bunun tüm Galatasaray camiası adına doğru olan davranış şekli olduğunu düşünüyorum. Ancak bu süreçte tek suçlunun taraftar olmadığını da açıklamaya çalıştım. Gelinen süreçte Hamza Hoca ve yönetimin yanlışları da fazla. Umuyorum bundan sonra her iki taraf da doğru adımlar atarak yine aynı hedeflere giden yolda buluşacaktır. 


Not: Bu yazıda bahsettiğim mali problemleri daha analitik bir şekilde kavrayabilmek adına Volkan Yılmaz'ın bu yazısını okumanızda fayda var. 

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Gracias!

Sene 2006. Galatasaray, her sezon yeni bir yıldızı Kadıköy’e getiren  Fenerbahçe’nin adeta baskısı altında. Boğaz’ın karşı kıyısı dünya yıldızlarıyla süslenirken, Avrupa yakasında mali krizler içinde bir sessizlik... Dönemin yönetimi ise olmuş yıldızları getiremediği için, doğal olarak potansiyel yıldızlar peşinde. Bir önceki sezon keşfedilen Ribery ise elden kaçmış, safça... Arjantin’de, alt yaş milli takımlarda kaptanlık yapa yapa yükselen bir genç var. Arjantin için M.Ö.* son dönemin potansiyel starlarından. 2003’teki 20 Yaş Altı Dünya Şampiyonası’nda da giymiş formayı bu genç, başarılı da olmuş. Estudiantes formasıyla Avrupalı takımların dikkatini çoktan çekmiş tabi. Galatasaray da peşinden koşuyor bu gencin. Türkiye’ye gelecek, kendini geliştirecek ve bir dünya yıldızı olacak! Bu ümitle, kaz gelecek yerden tavuğu esirgemiyor tabi yönetim, bastırıyor 5 milyon $’ı, yıldız adayına giydiriyor parçalı formayı. Taraftar da bulabildiği kadarıyla videolarını izliyor bu genç yıldız adayının. Videolarda gerçekten de bir star var, hele Arjantin Genç Milli takımlarında yaptığı çalımlar, gönderdiği asistler, attığı goller süper! Herkes çok ümitli bu çocuktan. Geliyor memlekete, bakıyoruz ki biraz çelimsiz, bizim ligdeki kasap defanslarla nasıl mücadele edecek diye bir soru takılıyor aklımıza. Ancak olsun, çalışır güçlenir nasıl olsa diyoruz, umutluyuz hala. Olacak bu çocuk!


*Messi'den Önce.


______________________________________________________________________



Aynı sene. Önceki sezon alt yapıdan “meşhur” 87 jenerasyonundan ilk meyveler A takıma çıkarılmış. Alt yaş gruplarında şampiyonluklara ambargo koyan bu ekipten Cafercan Aksu, Özgürcan Özcan, Ferhat Öztorun, Uğur Uçar, Mülayim Erdem, Mehmet Güven ve Aydın Yılmaz hep birlikte Gerets’in kadrosuna yükseltilmiş. O da bu gençlerin arasında. Aslında top toplayıcılık yaptığı yıllarda kenardan hayranlıkla izlediği efsane Hagi, 2005 yılında teknik adam olarak bu meşhur jenerasyona  ve ona geniş kadrosunda yer vermişti. Ancak 2005-2006 sezonunu bu gençlerin asıl yükseldiği sezon olarak kabul etmeliyiz.  O sezon abilerinden pek sıra gelmemiş bir çoğuna doğal olarak. Takımın hücum hattında Ergün Penbe, Hasan Şaş, Ümit Karan, Necati Ateş, Hasan Kabze, İliç ve Kral Hakan Şükür gibi ağır toplar var! Genç Sabri de kendini göstermiş, fırsat geldikçe iyi performanslar gösteriyor. Sezonu şampiyon olarak tamamlıyor zaten Galatasaray. Gençlerden ise Aydın, zorlu bir Konya deplasmanında son dakikalarda  yedek kulübesinden oyuna girmiş, belki de şampiyonluğu getirecek kadar önemli, mükemmel bir gol atmıştı o sezon. Henüz 18’ine girmeden bütün Galatasaraylılar’a ezberletmişti ismini o golle Aydın. Ancak o, pek fırsat bulamamıştı A takımdaki ilk sezonunda. Gerets onu beğenmiş de olsa, yeterli bulmamıştı. Tecrübe kazanmalıydı. Devre arasında kiralık olarak göndermeyi önerdi. O da kendini göstermenin peşindeydi zaten, aklında “bir daha geri dönebilecek miyim” soruları vardı belki de ama kabul etti kiralık gitmeyi. Sezonun ikinci yarısını Manisaspor’da geçirecek olmak, sezon sonunda ona bir şampiyonluk madalyası kaybettirmişti ama belki de hayal bile edemediklerini kazandıracaktı.



Kiralık gittiği, dönemin Manisaspor’u Ersun Yanal liderliğinde çıkış yapmış flaş bir ekipti. Filip Holosko, Caner Erkin, Hakan Balta, Uğur İnceman, Selçuk İnan, Sinan Kaloğlu, Zelenka ve Meduna bu kadronun içinde olan oyunculardı. Ersun Yanal onu yarım sezon boyunca sağ bekte oynattı. Ama o, oynamayı en çok sevdiği sol açık pozisyonunun tam zıttı bir bölgede oynatıldığı için isyan etmedi, tersine kendini göstermek için daha çok çalıştı, güçlendi; yetenek yelpazesine defansif kabiliyetler de ekledi. Aldığı formayı geri vermedi. Bu kararlılık ona bir sonraki sezon Galatasaray’a dönüş bileti olacaktı.


_________________________________________________________________________

  

Arjantinli yıldız adayı beklentiler sonucu, yeni sezonun en merak edilen ismiydi. Ancak sezon başlangıcı Galatasaray için de, Arjantinli için de büyük bir hayal kırıklığı oldu. Bir önceki sezonun şampiyonu, sezona  ilk 5 haftada 8 puan kaybederek girdi. İlerleyen haftalarda da bir türlü istikrar yakalayamayan, üst üste galibiyet alamayan ekip sezonu düşe kalka götürüyordu. Genç Arjantinli ise forma şansı bulduğu dakikalarda adeta dökülüyor, oynadığı her dakika kendisinden çok umutlu olan taraftarları biraz daha hayal kırıklığına uğratıyordu. Aslında Türkiye Kupası’nda alt seviye ekiplere karşı fena performanslar göstermemişti. Ancak lig maçlarında deyim yerindeyse ayakta duramıyordu. Bu büyük hayal kırıklığına sebebiyet veren bu isim; Arjantin U-20 takımında Javier Mascherano, Zabaleta, Cavenaghi, Jose Sosa ve Carlos Tevez gibi isimlerin kaptanlığını yapmış olan Marcelo Adrian Carrusca’ydı. Carrusca, üç sezon daha Galatasaray’da kalacaktı. Ancak hiçbir zaman düzenli olarak forma giyemedi, takımın bankolarından olamadı. Kontratının son yıllarını ise deniz aşırı ülkelere kiralanarak geçirecekti.


Marcelo Adrian Carrusca


___________________________________________________________________________





Hayal kırıklıklarıyla geçen bu sezonun kötü sonla biten hikayeleri olduğu aşikardı. Lakin, hepimizin gönlüne umut ışıklarını saçacak masal gibi bir öykünün de başladığı sezon olacaktı 2006-2007 sezonu. Bu öykünün başrolünde ise Manisa’dan dönen 19 yaşında bir genç oynayacaktı: Arda Turan. Henüz sezonun başında Şampiyonlar Ligi ön elemesinde Mlada Boleslav'ı geçerken duyacaktık ismini ilk kez. Bu maçta yaptığı 2 gol, 1 de asist vardı. Ancak asıl önemli olan başka bir ayrıntıydı aslında; bizde 18-25 arası genç oyuncular, oynadıkları takımlardaki "abiler" tarafından defans yapmaları, risk almamaları, topu ayaklarından bir an önce ve en basit şekilde çıkartmaları öğütlenir. Arda ise öyle değildi. Bunu daha ilk fırsatında belli ediyordu. 19 yaşındaydı ama sorumluluk almaktan kaçmıyordu, çalım atmaktan korkmuyordu, güçlüydü; vücudunu kullanabiliyordu. Bu özellikler Türk futbolu için gerçekten de eşine zor rastlanır türden örneklerdir. Bizde genç oyuncular bu fiziksel ve mental özelliklerini ancak 25 yaşından sonra geliştirebilirler. Çünkü ne tribündeki fanatikler ne takımdaki abiler ne de kulübedeki gerici teknik adamlar bu çocukların hata yapmasına izin vermezler. Sorumluluk almasını istemediğiniz bir futbolcu doğal olarak hata da yapamaz. Hata yapma fırsatlarını 22-23 yaşlarından sonra bulabildikleri için bu hatalardan öğrenme aşaması da 25 yaşından sonraki dönemlere kayacaktır. Şu anda milli takımımızda oynayan Türkiye alt yapılı oyunculara bakarsanız, hepsinin optimum performanslarına 25 yaşından sonra ulaşabildiğini göreceksiniz.





Arda ise 19 yaşında takımın banko oyuncusu olmuş, 21 yaşında EURO 2008'de yarı final oynayan milli takımın yıldızı halini almıştı. Bana sorarsanız onun en büyük özelliği şuydu: A takımlara geçiş sürecinde tamamı bocalamış bir jenerasyonda, bunu başaran tek Türk oyuncuydu; fakat bunu etrafında iyi bir takım ve ona senelerce inanmış bir hoca ile birlikte yapmadı. Galatasaray tarihinin en kötü takımlarından birinde, toplamda 8 farklı teknik direktör ile çalışarak gelişimini devam ettirmişti! Hatta Galatasaray'ın bu karanlık yıllarında parlayan nadir ışıklardandı. Onun bazı imza hareketleri vardır. Mesela sağ ayaklı bir oyuncu olmasına rağmen sol kanatta daha efektif olur, çünkü zıt ayağıyla topu tersine doğru çekerek rakibini çok kolay eksiltebilir. Ya da çizgiye indiği pozisyonlarda telaşla gelişigüzel bir orta kesmez, mutlaka topu çeker ve arkasından gelen savunmacıyı yerde kayarak uzaklaşırken görürsünüz. Geniş kalçalarını avantaja çevirmiştir; vücudunu yere yaklaştırarak top ile rakip arasına kalçasını koyar, bu hamlesi onu şimdilerde dünyanın en iyi top saklayan birkaç oyuncusundan biri yapmıştır. Savunmada da şimdi ben anlatırken gözünüzde canlanacak bir hamlesi vardı. İlk zamanlarda ağır bir oyuncu olduğu için çalımı bir kez yediği zaman geri dönüşü olmaz ve oyundan kopardı. Ancak o akıllı bir oyuncu, bu problemi şöyle çözer; karşıdan gelen rakibini onun gitmesini istediği tarafı açık bırakarak oraya yönlendirir, rakibi tam çalımı attığını düşündüğü sırada gafil avlanmıştır. Çünkü Arda o boşluğu bilerek açmış ve bir sonraki hamleyi çoktan yaparak, sliding tackle ile topu rakibinden tereyağından kıl çeker gibi kazanmıştır bile. İşte bu gibi ayrıntılar onu yeşil sahada farklılaştırıyordu. 22 yaşında kaptanlık pazubentini takmış, Hagi'nin 10 numarasını sırtına geçirmişti. Ancak Türkiye'de geçirdiği her geçen gün popülerliği artıyor ve magazinin yıprattığı, sözde spor yorumcularının onu röportaj verirken ağlatacak kadar ağır yorumları ile bezdirdiği bir ortam içinde hapsolmuş oluyordu.




Galatasaray'dan ayrılış sürecinin nihayetindeki Atletico Madrid yılları için zaten söylenebilecek pek söz yok. Şansının da ona biraz yardımı oldu ve kader onu Diego Simeone ile bir araya getirdi. Simeone'nin takımı ile her şeyi kazandılar. O da kendini geliştirmeye devam etti. Fiziğini düzeltti, kilo verdi. Koşu mesafelerini  ve devamlılığını artırdı. İlk Atletico sezonunda 60-70 dakika dayanabilen Arda  haftada iki maçı en yüksek tempoda 90'ar dakika çıkarabilecek seviyeye geldi. Bu geçen 4 yılın sonunda iyiden iyiye farklılaşmış, elit futbolcu sınıfına ulaşmış biri haline geldi. Avrupalı futbolcular arasında Gattuso gibi hırslı ve yürekli oyuncular karşısında  Pirlo, Deco gibi aklıyla oynayan yönetmen oyuncular ile karşılaşabilirsiniz. Ancak Arda bu iki ekolün bir karışımı gibi bir hale geldi. Hırsından topu ısıran, hakeme krampon fırlatan Arda ile sahanın köşesinde İniesta ve Pique tarafından sıkıştırılmışken topuğuyla Pique'ye bacak arası çalımı atan Arda aynı oyuncuydu! Belki de onu bugünlerine getiren sihir; dar Bayrampaşa sokaklarında topu kapmak için savaşan çocuk ile Vicente Calderon'da İspanya Ligi şampiyonunun saha içi yönetmeni olan adamın tek bir kişide birleşmiş olmasıdır.





Bugün o Arjantinli Marcelo Carrusca Avustralya'da Adelaide United forması giyiyor. Bizim Arda ise bir Copa Del Rey, bir La Liga, bir İspanya Süper Kupası, bir UEFA Kupası ve bir de UEFA Süper Kupası kazandığı Atletico Madrid'den ayrılarak Barcelona'ya 41m€ gibi inanılmaz bir bedelle transfer oldu. Bakın Barcelona'ya transfer olmak diğer tüm elit sınıf takımlara transfer olmaktan daha zordur. Çünkü Katalan ekibinin tarihi gelenekleri gereği La Masia'dan yetişen alt yapı oyuncuları transfere pek de ihtiyaç bırakmaz. İşte bu sebeple Barça sadece çok büyük yıldızları transfer eder. Hele ki hücum oyuncusuysanız, Barça'ya transfer olmak sizin için ancak uçuk bir hayal olabilir. Son 10 yılda Barça'nın hücuma yaptığı transferler şu şekilde:

  • ·         Ronaldinho       
  • ·         Samuel Eto'o
  • ·         Javier Saviola
  • ·         Thierry Henry
  • ·         Zlatan Ibrahimoviç
  • ·         David Villa
  • ·         Cesc Fabregas
  • ·         Neymar Jr
  • ·         Luis Suarez




İşte Arda Turan bu isimlerin altına yazdırdı adını. Hem de Barcelona tarihinin en pahalı 4. transferi olma unvanıyla. Bu bir Türk futbolcusunun tarih boyunca gelip gelebileceği belki de en üst noktadır. Hepimizin gururu olan Arda, başarılarına devam da edecektir. Umuyorum ve tahmin ediyorum ki Barcelona'da da çok sevilecek, önceki kulüplerinde olduğu gibi Barça tarihine de adını yazdıracaktır.
Ufkumuzu böylesine genişlettiği için tüm Türk futbolseverler olarak ona bir teşekkür borçluyuz.



5 Temmuz 2015 Pazar

Nani mi Poldi mi?

Özellikle Galatasaray'ın yeni stadını tamamlamasıyla, birbirine yakınlaşan gelirler sonucunda, kış aylarında yaşanan şampiyonluk yarışının yanına bir de yaz aylarındaki transfer yarışı eklendi.  Galatasaray ve Fenerbahçe artık yaz günlerinde de bir rekabetin içindeler, ancak saha dışında.

Bunun son örneğini de bugünlerde yaşıyoruz. Fenerbahçe'nin Nani hamlesinin ardından Galatasaray da Podolski ile imzaladı. Bu iki yıldız da önümüzdeki sezon Türkiye Ligi'nde mücadele edecek. Peki hangisi daha iyi, Nani mi Poldi mi?

Böyle bir karşılaştırma yapabilmek için sahip olmamız gereken ön şartlardan en önemlisi maalesef eksik. Bu iki oyuncu da hücum oyuncuları olmalarına rağmen elma ile armut gibiler! Birbirinden çok farklı tipte oyuncular. Bu yüzden hangisi daha iyi babında bir karşılaştırma yapmak yersiz ve mantıksız olacaktır. İyisi mi bunu yapmayalım, hangi oyuncunun yeni takımına daha fazla katkı verebileceği üzerine kafa yoralım.



Luis Carlos Almeida da Cunha Nani

Fenerbahçe'nin geçtiğimiz sezon, üzerine Diego'yu da eklediği şampiyon kadrosuyla, bir çok kriz yaşayan rakibine şampiyonluğu kaybetmesinin en önemli sebeplerinden biri,  kendi ceza sahasına çok adamla kapanan takımlara karşı bir türlü çözüm üretememiş olmasıydı. Fenerbahçe geride bıraktığımız sezonda Akhisar Bld., Eskişehirspor, Konyaspor, Başakşehirspor gibi takımlara karşı puan kayıpları yaşamıştı. Bunlar hep ceza sahasına çok adamla kapanan ve hızlı oyuncularıyla kontra ataklar üreten takımlar. Ayrıca Trabzonspor'un da Fenerbahçe maçlarında benimsediği oyun anlayışı bu şekildeydi hatırlayacaksınız ve iki maç da berabere sonuçlanmıştı. Peki bunun sebebi neydi?


Sow, Emenike, Webo ve Kuyt geçtiğimiz sezon Fenerbahçe'nin hücum hattını oluşturuyordu. Bu oyuncular bireysel yetenekleriyle adam eksilterek rakip savunmanın dengesini bozabilecek tarzda isimler değil. Diego da fiziksel ve mental eksiklikleri sebebiyle takımın bu açığını kapatacak performansa ulaşamamıştı. Bu da Fenerbahçe'nin yukarıda bahsettiğim problemleri yaşamasına sebep olmuştu. Fenerbahçe bu tarzda sıkışan maçlarda oyunu genişletebilen orta alan oyuncularına sahip olmasına rağmen Caner ve Gökhan'ın ceza sahasına gönderdiği ortalar dışında hiç bir hücum çeşitliliği gösteremiyordu. Kanatlarda topla buluştuktan sonra bire birde adam eksilterek doğrudan gole ve asiste gidebilecek bir oyuncunun eksikliği gün gibi ortadaydı.





İşte bu eksiklik sebebiyle Luis Nani'nin Fenerbahçe için biçilmiş bir kaftan olduğunu düşünüyorum. Nani en iyi yıllarını 2009-2011 döneminde Sir Alex Ferguson yönetimindeki Manchester United'ta geçirdikten sonra kariyerinde dikey bir düşüşe geçti. İngiltere'deki son sezonunu da sakatlıklarla geçirdikten sonra geçtiğimiz sezon doğduğu yer olan Sporting Lisbon'a döndü ve yeniden ayağa kalktı. Portekizli yıldız 35'ten fazla maça çıktı ve toplamda 12 gol 8 asistlik bir istatistik ile sezonu tamamladı. Yani yeniden eski günlere dönüş sinyalleri verdiğini söyleyebiliriz. Henüz 28 yaşında bir oyuncu için yeniden performansının zirvesine çıkmak hiç de uzak bir ihtimal değil. Oyuncu profilinin çok yüksek olduğundan da bahsetmemiz gerekiyor. Banko oynadığı bir sezonda Şampiyonlar Ligi kupasını kaldırmış bir oyuncudan bahsediyoruz. Fenerbahçe'nin bu profildeki oyuncu eksikliğini de giderecektir. Soru işaretleri neler olabilir derseniz, o konuda da söylenecek bir kaç şey var. Öncelikle Fenerbahçeliler bir çok pozisyonda "yahu vur artık daha niye oyalıyorsun topu!" tepkisi vermeye hazır olsunlar. Çünkü topu ayağında tutmayı çok seven bir oyuncu Nani. Bunun yanında Portekiz Ligi ligimize göre oldukça yumuşak ve gole ulaşmanın daha rahat olduğu bir lig. Geçen sezonki gol sayısına bu sezon ulaşamazsa şaşırmamalıyız. Nitekim ligimize ve sertliklerine alışması zaman alabilir, belki de ilk planda sabır göstermesi gerekecek Fenerbahçe taraftarının Nani'ye. Ancak son tahlilde Nani'nin çok faydalı olacağını düşünüyorum. Transfer puanım da şu şekilde:

Takımın ihtiyacı / Oyuncunun özellikleri                         =             9/10
Oyuncu profili (Repütasyonu)                                           =             9/10
Oyuncu yaşı                                                                         =             9/10
Fiyat*                                                                                    =             7/10
                                                               Ortalama            =             8,5/10


* Fenerbahçe A.Ş. yönetimi ilgili KAP bildirimlerinde bonservis, imza parası ve oyuncu yıllık ücretlerini açıklamadığı için, bu değerlendirme basında oluşan genel kanaat üzerine yapıldı.


Lukas Podolski


Galatasaray Hamza Hamzaoğlu'nun gelişiyle benimsediği oyun sisteminde iki kanattan birinde, kanat forvet olarak nitelendirdiğimiz bir oyuncuya ihtiyaç duydu. İlk planda Bruma, Emre Çolak ve Olcan bu işle görevlendirildi ancak hiç biri bunun altından kalkamadı. Sezonun ilerleyen bölümlerindeyse Yasin Öztekin adeta kadronun içinden yeni bir transfer gibi ilk 11'e yerleştirildi ve kadrodaki önemli bir gedik giderilmiş oldu. Sneijder ile 2'ye 1 oyunlarını oynayan ve ona daha çok serbestlik yaratan bir oyuncu olmuştu Yasin. Ancak üç kulvarda yarışacak bir takımın, özellikle Şampiyonlar Ligi'nde kanat forvet tarzında tek bir alternatifle devam etmesi düşünülemezdi. Bunun yanında Yasin'e örneğin bir Manchester City maçında ne kadar güvenebilirdiniz. Bu sebeple buraya daha önce önemli tecrübeler kazanmış bir oyuncunun transfer edilmesi takımın geleceği adına çok önemliydi.





Podolski cephesinden baktığımızdaysa, Nani'ye benzer şekilde en iyi zamanlarını geride bırakmış bir yıldızdan bahsediyoruz. Poldi, Köln'de yaşadığı harika sezonlardan sonra Alman devi Bayern Münih'e transfer yapmış bir oyuncu. Burada inişli çıkışlı bir performans gösterdikten sonra ise aynı Nani gibi evine, Köln'e dönmüş ve tekrar eski performansını yakalamayı başarmıştı. Bu performansı ona önemli bir transfer imkanı daha tanıdı ve İngiliz devi Arsenal'e yeni bir maceraya gitti Podolski. Yine inişli çıkışlı performanslar gösterdi ve geçtiğimiz sezon devre arası transfer sezonunda İnter'e kiralandı. Poldi, İtalya'da belki de kariyerinin en kötü zamanlarından birini geçirdi. Şimdiyse Galatasaray'ın hücum bölgesinde ihtiyaç duyduğu çeşitliliği gidermek üzere ligimizde. 


Bu transferin de Galatasaray için çok hayati olduğunu düşünüyorum. Podolski, kendisine kanat forvet olma görevi verildiğinde bunu rahatlıkla yerine getirebilecek bir yıldız. Ancak o, yalnızca bundan ibaret değil. Hücumun tüm bölgelerinde rahatlıkla güvenebileceğiniz bir isim. Hamzaoğlu'nun 4-2-3-1 sisteminde ileri 4'lünün her bölgesinde faydalanabilecektir Galatasaray Poldi'den. Özellikle oyun görüşü çok yüksek bir oyuncu olması sebebiyle Sneijder'den başka bir oyun aklı daha var artık Galatasaray forvetinin. Ayrıca topun paylaşımını doğru yapan bir Galatasaray bu ikili sayesinde Burak Yılmaz'ı da daha efektif kullanma imkanına sahip olacaktır. Bitiricilik konusunda da tartışmasız şekilde elit seviyede bir oyuncudur, Burak ve Umut'un zaman zaman bu konuda takıma yaşattığı sıkıntılara da çare olacaktır. Podolski'nin asıl istikrar yakaladığı takım ise Almanya milli takımıdır. Almanya'nın Dünya Kupası'nı kazanan altın jenerasyonunun 10 numarasıdır Poldi. Şu anda Almanya milli takımının en çok gol atmış üç isminden biri olması da bilinmesi gereken bir husus. Soru işaretleri nedir derseniz; öncelikle Galatasaray hücum hattı artık biraz daha yaşlı. Burak 30, Poldi ve Sneijder ise 31 yaşındalar. Bu noktada Galatasaray'ın hücumuna yapacağı diğer transferinde aranacak özelliklerden biri de artık 25-30 yaş aralığında olmasıdır! Bunun yanında Podolski'nin kariyerinde doğrudan şampiyonluğa ve hedefe oynayan takımlardaki performansları şimdiye dek iç açıcı değil. Son sezonlarda temposunu kaybetmiş olması da Polonya asıllı Alman oyuncunun bir handikapı. Yine son tahlilde çok doğru ve faydalı bir transfer olduğunu düşünüyorum Podolski'nin de. Puanlarım şöyle:

Takımın ihtiyacı / Oyuncunun özellikleri                         =             8/10
Oyuncu profili (Repütasyonu)                                           =             9/10
Oyuncu yaşı                                                                         =             7/10
Fiyat                                                                                     =             9/10
                                                               Ortalama            =             8,25/10


Sonuç olarak benim değerlendirmemde Nani küçük bir adım öne çıkmış oldu. Ancak her iki transferin de çok yerinde katkılar olduğu aşikar. Özellikle hem Fenerbahçe hem de Galatasaray'ın en önemli şansı kanımca EURO 2016'dır. Bu iki oyuncu da milli takımlarının yakın geçmişte vazgeçilmezi olmuş isimler. Fakat her ikisi de kariyerlerinde düşüş yılları yaşayarak milli formalarını tehlikeye attılar. Türkiye'ye gelmeyi tercih etmelerinde, sezonda 30'dan fazla maç oynayarak performanslarını eski seviyelerine çıkarmak arzusunun çok etkili olduğunu düşünüyorum. Her iki oyuncu da sağlıklı olmaları halinde tüm konsantrasyonlarıyla, takımları (ve kendileri) için sonuna kadar mücadele edeceklerdir. Biz de bu iki oyuncuyu kıyaslayıp birbirine kırdırmak yerine, ligimizde böyle büyük oyuncuların emeklilik yaşlarından çok önce gelmiş olmalarının keyfini çıkarmalıyız.



Okuduğunuz için teşekkür ederim.






2 Temmuz 2015 Perşembe

Hamzaoğlu'na Güvenmek

Önceki iki paylaşımımda Galatasaray'ı bugüne getiren süreçten bahsetmeye ve sebep sonuç ilişkilerini temellendirmeye çalıştım. Bugün de yine kronolojik sırayla devam ederek Hamza Hamzaoğlu'nun takımın başına gelmesi ve sezonun sonunda iki kupalı zafere ulaşmasından bahsetmemi bekliyorsunuz muhtemelen. Ancak öyle olmayacak. Çünkü bu süreci zaten futbolseverler olarak her birimiz çok kısa zaman önce çok yakından takip ettik. Yani artık sebep kısmının tamamlanmış olduğunu ve sonuç kısmından bahsetmek istediğimi söylemeye çalışıyorum.


Son iki sezonda üst üste değiştirilen üç teknik adamın üçünün de ortak bir noktaları var; o da İtalya. Gel gelelim bu hocaların futbol görüşleri ve oyun anlayışları olarak aslında üç benzemez olduğundan daha önce de bahsetmiştim. Yani kulübede arz-ı endam ederken, üzerilerine giydikleri İtalyan takım elbiseler dışında pek de ortak yanları yok bu isimlerin. Kadroya baktığımızdaysa özellikle kanat bölgesine ısrarla her transfer sezonunda çok büyük yatırımlar yapılmış ve değişimler olmuş olsa da takımın oyun karakterini belirleyen omurganın sabit kaldığını görüyoruz. Muslera - Semih - Melo - Selçuk - (Sneijder) - Burak omurgası, etraflarında dönerek değişen her şeye rağmen sabit kaldılar. Yani karakteri değişmeyen bir kadro olmasına karşın, iki sezonda üç farklı karakterde teknik direktör ile çalışılmış. Bu da özellikle Terim'in ayrılmasından sonraki süreçte, doğal olarak takım performansında önemli dalgalanmalar yarattı. Çünkü gelen İtalyan hocalar bir yandan takımı oyun anlayışlarına adapte etmeye çalışırken, diğer yandan birden çok kulvarda yarışmak zorunda kalıyordu.


Mancini genel olarak, takımında saha içindeki blokların sürekli birbirine göre pozisyon alarak, sanki tek bir beyin ile yönetiliyormuş gibi kaymalar yapmasını arzuluyor, topun kaybedildiği noktada bu kolektif düzen ile baskı kurularak topu geri kazanılmasını ve derhal dikine paslarla rakip kaleye gidilmesini oyuncularından talep ediyordu. Fakat alt yapılarda pozisyon bilgisi, alan savunması, dikine yapılacak al-ver oyunlarını öğrenmekten çok "bir şekilde kazanmayı" amaç edinerek asıl gerekli bilgileri öğrenememiş olan Türk ve Latin oyuncuların bu modern sisteme ayak uydurması tabi ki kolay değildi. Bu dönemde ayağında çok top tutmayı alışkanlık haline getiren Emre Çolak gibi, alan savunması yapamayan ve pas açılarını kapatamayan Yekta gibi, (bu düzende) her yere zamanında koşması ve pozisyon alması gerekirken maç başına 8-9 km koşan, temposu buna yetmeyen Melo gibi, kademe bilgisi oturmamış ve fiziksel olarak yetersiz Telles gibi bir çok oyuncu dökülüyordu. Ancak Hakan Balta, Ceyhun Gülselam, Sneijder gibi 6-7 yaşlarından beri bu tarz oyun anlayışlarını öğrenmiş olan oyuncular çabucak uyum sağlayabilmişlerdi. Nitekim bu isimlerin yıldızlaştığı Kopenhag, Bursaspor gibi maçlarda Galatasaray'ın oynadığı iyi futbolu hatırlayanlarınız olacaktır. Bu dönemde buna benzer ümit vadeden oyunları çok kez görmüştük. Özellikle ligin son haftalarında oturmaya başlayan bu sistem seri galibiyetler ile 2.lik, yani Şampiyonlar Ligi biletini de getirmişti. Bir de Selçuk ve Burak gibi fiziksel olarak çok iyi durumda olan ve böylece tempoya ayak uydurabilen ancak toplu oyunda bocalayan oyuncular vardı. Bu da, aslında sadece toplu oyunu  izleyen taraftarların homurdanmasına, yuhalamaya varacak tepkiler vermesine sebep oluyordu. Böylece bu oyuncuların toplu oyunda sorumluluk almak için psikolojik olarak cesareti kalmıyordu.





Prandelli dönemi ise çok daha karanlık diyebiliriz. Cesare, "tipik İtalyan hoca" kalıbına daha çok uyan bir isim. Top rakipteyken 11 oyuncusunu da topun arkasında görmek isteyen; savunma baskısını, rakip 2. bölgeden  1.bölgeye girerken kurgulayan  ve yine bu noktada pozisyon kaymalarının kusursuz olarak yapılmasını bekleyen bir antrenördür. Topu kendi yarı sahasında kazandıktan sonra ise kalabalık tuttuğu orta sahasının pas marifetleriyle hücuma çıkmayı tercih eder. Bu da Galatasaray geleneklerine ve taraftarın beklentisi olan hızlı ve akıcı futbola ters düştüğü gibi çok tempolu ve koşan da bir kadro gerektirir. Çünkü bu istenen kaymaları zamanında yaparak rakibi topluca hücuma çıkmışken gafil avlamak bu sistemin olmazsa olmazıdır. Ancak Galatasaray'ın sezon başı performanslarına baktığımızda toplam koşu mesafelerinin maç başına 110 km'ye dahi ulaşamadığını görürüz. Prandelli o haftalarda tam da bu sebeple 6-8 hafta sabretmemiz gerektiğini her maç sonunda ileri sürüyor, fizik kalitemizin artacağını ümit ediyordu. Tabi işler öyle olmadı. Bir çok faktör daha etkili olmuş ve başarısızlık başarısızlığı getirmişti. Ben Prandelli'nin kafasındaki oyun planını mükemmele yakın uygulamayı başarmış olması ihtimalinde bile camianın bundan tatmin olacağını düşünmüyorum. EURO 2012'de plase bile gösterilmeyen İtalya'nın final görmeyi başarmış Prandelli liderliğindeki takımına dikkat edersek, 3'lü stoperin sağına monte ettiği De Rossi'nin çok kritik bir rol üstlendiğini görürüz. Bu Prandelli'nin oyun kurmak için seçtiği noktanın kalecisinin hemen önü olduğuna bir kanıttır. Nitekim bir benzerini, oyunu başlatma görevini en güvendiği isim olan Sneijder'e vererek Galatasaray'da da denemişti. Tabi Sneijder'in ön liberoya çekilmesi uzun vadeli bir plan olamamıştı.


Ünal Aysal'ın kaçışı üzerine yeni kurulan yönetimin tercihi ise, markalara güvenmek olmadı. Hamza Hamzaoğlu'na güvenmek oldu. Bu güven Galatasaray'ın kaderini bir kez daha değiştirdi. Yeniden en tepeye çıkarttı sarı kırmızılı camiayı.


Peki Hamzaoğlu nasıl yapmıştı? Kafasındaki sistem ile elindeki kadroyu nasıl uyuşturmuştu?


Bu soruya bir çok farklı yanıt da verilebilir elbette. Lakin naçizane fikrim hocanın bu konuda biraz da şanslı olduğu yönünde. Sebebi ise Hamza Hoca'nın önceki takımlarında gizli. Alt liglerdeki Malatya, Eyüp ve Denizli maceralarını tahlil etmem tabi ki imkansız. Ancak takip etmiş spor yazarlarını okuduğumda ve dinlediğimde düşüncemi pekiştirmiş olduğumu da belirteyim. Akhisar macerası ise hepimizin gözleri önünde ve dikkat çekici oldu. Hamza Hoca hiçbir zaman Abdullah Avcı gibi Şifo Mehmet gibi Ziya Doğan gibi yalnızca takımını ligde tutabilmek ve Anadolu kulüplerinde her daim iş bulabilecek repütasyonu elde edebilmek için futbolun güzel yönlerini öldürüp, ligimizin buglarını kullanma yolunu tercih etmedi. Zor olan yoldan gitti, bir çeşit kumar oynadı ve kariyerini tırnaklarıyla kazandı. Hamza Hoca'nın Akhisarı'na baktığımızda Sonko ve Uğur gibi atletik stoperler; Bilal Kısa ve Merter gibi teknik kapasitesi yüksek orta sahalar; Bruno gibi mücadele gücü yüksek bir ikinci forvet ile Gekas ve Niasse gibi savunma arkasına sarkmaya müsait, fırsatçı golcüler kullandığını hatırlıyoruz. Okurken sizin de aklınıza bu kalıplara cuk diye oturan Semih-Chedjou, Melo-Selçuk, Umut-Burak ikilileri gelmiş olmalı. Hatırlarsak Hamzaoğlu ilk haftalarında Burak'ı adeta Akhisar'da Bruno'yu kullandığı gibi kullanmış ve Umut'un hemen arkasına monte etmişti. Bu o dönemde oldukça olumlu bir etki de yarattı açıkçası.




Asıl önemli olan ise Hamza Hoca'nın bundan ibaret bir teknik adam olmadığını, haftalar geçtikçe ispatlamasıydı. Hamzaoğlu kendi taktik anlayışı çerçevesinde optimum bir düzene inanmıştı, 4-2-3-1 dizilişi bunun için idealdi. Ancak doğru diziliş her şey değildir. Bazen elinizdeki oyuncuları da kendi inandığınız doğrulara inandırmanız gerekir. İşte bunu başardı Hamzaoğlu. Sadece Selçuk, Burak, Semih, Emre, Hakan, Sabri, Hamit gibi yakından tanıdığı milli oyuncuları değil; Telles, Chedjou, Bruma gibi yabancılarını; Muslera, Melo, Sneijder gibi dünya yıldızlarını da ikna etti buna. Zamanla Burak'ı tekrar en ileri uca, Sneijder'i ise alışık olduğu oyun kurucu 10 numara pozisyonuna kaydırdı. Oyuncularını kazanmayı iyi biliyor Hamza Hoca. Kupa maçlarında Yasin'e özgüven aşıladıktan sonra yavaş yavaş ilk 11'e monte etmesi takdire şayandı. Hatta bir ara Yasin'in oyundan erken alınmaları taraftardan tepki toplamaya bile başlamıştı :) Tüm bu olumlu kıvılcımlar sezon biterken birleşti ve bir yangın oldu. Tüm kritik maçlarda rakiplerini yaktı Hamzaoğlu'nun ekibi ve sezonu iki kupa ile kapadı. Ancak bu yolda ilerlerken "diğerlerinden" farklı olduğunu hissettirdiği birkaç an daha var ki, bence unutulmaması gerekiyor. Bir kere Galatasaray Dergisi'ndeki ilk röportajında açık yüreklilikle çocukken Fenerli olduğunu söyleyebilecek cesarette. Bunun anlamı yarın öbür gün işler kötü gidecek olursa "Galatasaray'ın çocuğu", "camianın evladı" ajitasyonlarına ihtiyaç duymuyor olmasıdır. Günümüz teknik adamları bu tarz cesur ama ilkeli işlerden kaçınırlar, duygu sömürüsü imkanlarını sonuna kadar zorlarlar. Asıl dikkatimi çeken ise Başakşehir maçı sonrası diğerleri gibi "elimizden geleni yaptık", "iyi oynayamadık ama iyi mücadele ettik", "olmayınca olmuyor" gibi klişeleşen, yuvarlak ve içi boş demeçler verme yolunu seçmedi. Alışılmadık şekilde, yine olabildiğince cesurca çıktı, özür diledi. "Yahu ne yani, özür dilemek sanki matah bir şey mi, özür dileyeceğine çıksın doğrusunu yapsın." diyenleriniz olabilir. Fakat hata yapmayan teknik direktör zaten yoktur! Özür dilemek ise bu hatalardan ders çıkarmanın ilk adımı olabilir!





Bugünlerde ise moda tartışma konusu, Bilal Kısa transferi ve Aatıf ile Niasse'nin olası transferi etrafında yoğunlaşan vizyon meselesi. Transferler biraz daha netleştikten sonra onun üzerine yazacağım şeyler de olacak ama şimdilik söylemek istediğim şey şu: insaf! Geçtiğimiz iki yazıda son 4 yılda yapılan transfer harekatlarından ve harcanan paralardan uzunca bahsettim. Gerçekten de bonservis maliyetlerini ve yıllık ücret taahhütlerini üst üste koyduğumuz zaman sıra dışı bir meblağ çıkıyor karşımıza. Alabildiğine şişmiş oyuncu enflasyonu sonucunda geldiğimiz noktada Galatasaray'ın tam 41 kontratlı futbolcusu bulunuyor! Bu koşullarda henüz Haziran ayındayken yüksek maliyetlerle yıldız oyuncuların arka arkaya imza atmasını isteyenler, iyi ki Galatasaray'ın transfer komitesi başında değiller! Vizyon, yıldız oyuncuların isimleriyle dolu bir transfer listesini yönetime vermek değildir. Tabi ki her Galatasaraylı, inanın en çok da Hamza Hoca, takımı bir yıldızlar ordusu olarak görmek ister. Ancak kulübün gerçekleri doğrultusunda planlamalar yapıyor diye, henüz kesinleşen pek bir şey de yokken bu denli kararlı bir şekilde eleştiri yapmak, bana göre haksızlıktır.


Gelinen bunca zorlu sürecin ardından takımı çukurun dibinden kurtaran, kurtarmayı da aşıp sezonu iki kupa kazanarak bitiren bir hocaya bu şekilde yüklenilmesini doğru bulmuyorum. Takımın eksikliklerinin bir çoğumuz farkındayız ancak bir süre daha sabredip, değerlendirmelerimizi öyle yapmakta fayda var. Hamza Hamzaoğlu'nun vaadettiği  potansiyele hepimizin biraz daha inanması gerektiğini düşünüyorum. Aynı koşullarda, aynı başarıları kazanmış olan isim Hamza Hamzaoğlu değil de; Avrupa'nın elit liglerinden gelmiş herhangi bir yabancı antrenör olsaydı bugün Fransa 3. Ligi'nden getireceği bir oyuncunun transferi bile herkeste büyük saygı uyandırırdı. Ancak kendi içinde oldukça verimli bir transfer olan Bilal Kısa, bugün Hamza Hamzaoğlu'nun vizyonsuzluğunun(!) simgesi haline geldi. UEFA finansal kısıtlamalarının tokadı hemen ensemizde dururken, adeta FM oynuyormuşçasına bir transfer harekatı beklemek hiç de akıl karı değil. Artık Türk takımlarının da realist projeler yapma zamanı geldi, geçiyor bile. Bu noktayı kaçırmamamız, eleştirirken bunu da hesaba katmamız gerekiyor. 


İşler zaten berbat giderken, daha kötüye gitmesi kimsenin pek de umurunda değilken, kurtarıcı olması ümit edilen teknik direktöre güvenmek kolaydır. Şimdi ise Galatasaraylıların önünde daha zor bir sınav duruyor. Takım yerlerde değil, zirvedeyken, kaybedecek çok şeyi varken hocasına güvenmek. Yani Hamzaoğlu'na güvenmek!


Okuyan herkese teşekkür ederim.